2 Mart 2012 Cuma

EVET Mİ?


“Eğer bir adam marşla uyum içinde
yürüyebiliyorsa,
o değersiz bir yaratıktır.
kendisine yalnızca bir
omurilik yeterli olabileceği halde,
her nasılsa yanlışlıkla bir beyni
olmuştur onun...

Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir.
Emirle gelen kahramanlıktan,
bilinçli ve bilinçsiz şiddetten, aptalca
yurtseverlikten,
tüm bunlardan nefret ediyorum.

Ben savaşı ve o soğuk
silahları öylesine tiksindirici ve aşağılayıcı buluyorum ki,
böyle iğrenç
bir eyleme katılmaktansa kendimi yok ederim daha iyi…
Benim anlayışıma
göre sıradan bir cinayet,
savaşta adam öldürmekten daha kötü değildir.”

Albert Einstein

Bir insanı gerçekten sevmek ..... Krishnamurti


Bir insanı gerçekten sevmek ne demektir bilmiyor musunuz;
nefret, kıskançlık, öfke hissetmeden,
ne yaptığına veya ne düşündüğüne karışmak istemeden, kınamadan,
kıyaslamadan sevmek ne demek bilmiyor musunuz?
Sevginin olduğu yerde kıyaslama olur mu?
Birisini bütün kalbinizle, bütün zihninizle, bütün vücudunuzla,
bütün varlığınızla sevdiğiniz zaman karşılaştırma söz konusu olur mu?
Kendinizi o sevgiye tamamen teslim ettiğinizde başkaları yoktur artık.

Sevginin sorumluluğu ve vazifesi var mıdır, ayrıca bu kelimeleri kullanır mı?
Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır?
Görev sevgi içermez.
Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir.
Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız
yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir.
Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur.

Çoğu ebeveyn ne yazık ki çocuklarından sorumlu olduklarını düşünür
ve sorumluluk anlayışları, çocuklarına neyi yapmaları neyi yapmamaları,
büyüyünce ne olmaları ne olmamalarını söyleme şeklinde kendini gösterir.
Anne babalar çocuklarının toplumda güçlü bir yere sahip olmalarını isterler.
Sorumluluk dedikleri şey, o taptıkları saygınlığın bir parçasıdır
ve bana kalırsa saygınlığın olduğu yerde düzen yoktur;
bütün dertleri mükemmel bir burjuva olmaktır.
Çocuklarını topluma uyum sağlamaya hazırlarken
savaşı, çatışmayı ve vahşeti devam ettirmiş olurlar.
Sizce bu ilgi ve sevgi midir?

Gerçekten ilgi göstermek bir ağaca veya bitkiye gösterdiğiniz gibi ilgi göstermektir,
ona su vererek, ihtiyaçlarını ve en iyi hangi toprakta yetiştiğini inceleyerek,
ona şefkat ve özenle bakarak.
Çocuklarınızı topluma uyum sağlamaya hazırlarken onları aslında ölmeye hazırlıyorsunuz.
Çocuklarınızı sevseydiniz savaş olmazdı.

EY GAFİL İNSANOĞLU


Bir ağaç miras almışsınız.
Budamaz, gübrelemez ve sulamazsınız...

Ve meyve vermiyor diye hayıflanır, kahredersiniz...

Bir yıl daha beklersiniz aptalca,
Budamadan, gübrelemeden ve sulamadan...

Ağaç yabanileşir,
Acı meyveler vermeye başlar...

Siz başlarsınız dualara...
İyi bir mevsim olur inşallah, (Zaten ağaç Allah'ın işidir ama, ağaca bakma işini de Allah'a bırakırsınız.)
Bu yıl iyi ve bol meyve versin inşallah, (Ne emek harcamışsınızdır ki, karşılık istersiniz. Hem de Allah'tan)

Elbet doğa size ayrıcalık tanımaz ve ağaç yabani meyveler vermeye devam eder…
VE SİZ, VE SİZ AHMAK İNSANOĞULLARI
Hiç düşünmeden; Ekmediğinizi biçemeyeceğinizi, emek harcamadan doyamayacağınızı…
Küfre, şiddete vardırır tepkinizi ve kesmeye kalkarsınız ağacı…

Ne menem şeydir şu SEVGİ


Sevgi ne menem bir şeydir ki:
     bir kişiyi ölümüne sevseniz eksiktir;
     ailenizi ölümüne sevseniz eksiktir;
     bir takımı, hemşehrilerinizi, ırkdaşlarınızı vs. vs. sevseniz ölümüne yine de eksiktir;
sevmek sevgidir, sevgi ise sevmek.

İnsan sevgiye dönüşmedikçe ya da bir başka deyişle her şeyi ama HER ŞEYi sevemedikçe sevgi sadece lafta kalacaktır.

Sevmek zor şeydir sevgi değilseniz.

Seven sevdiğini kurtarmak için sevmediğinin yokoluşu veya yokedilişini izleyebilir ve hatta katkıda bulunabilir.
Oysa sevgi her şeyi sevdiği için hiç bir şeyi hiç bir şey için feda edemez veya harcayamaz.

SEVENLER DEĞİL SEVGİ OLABİLMENİZ İÇİN DUA EDECEĞİM
KALIN SAĞLICAKLA, İYİ GECELER.

Ölmek ya da öldürmek!.. veya hala ölümü çözüm olarak görmek!.. Ve bununla resmolunan insanlığımız.


Ne denli kolay telafuz edebiliyoruz ölümü. Ayağımız kayıp dengemizi yitirdiğimizde yaşadığımız korku ve diğer duyguları anımsamak (ki asıl ölüm korkusunun yanından bile geçemez) bile tüylerimizi diken diken ederken; bu ne rahatlık.
Bugün bir arkadaşımın:
Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, ekalliyette (azınlıkta) kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez:
Ya istiklâl, ya ölüm.
Mustafa Kemâl ATATÜRK, Sivas, 1919
Paylaşımına karşılık: Ne ölümü yahu silin şu kelimeyi sözlükten. Bıkmadınız mı binyıllardır ölmekten, öldürmekten. yorumunu yaptım.
Ancak ne hikmetse anında ırkçı bir tepki ile karşılaştım. Şöyle yazmış bir başka arkadaş:  Özgürlük için gerekirse onu da yaparız..Tek el, tek vücut..Atatürk'ün bu sözünden niye rahatsız oldunuz ki anlayamadım..
Doğal olarak benim de tepkim şuydu:
Benim sözüm Türk'e ya da bir başka ırka değil. İnsanoğluna! Diğerini kardeş olarak kabul edemediğimiz için ölmek ya da öldürmeyi çözüm saymaya. Benim sözüm hala insan ürünü ölümü çözüm görmeye.

KLİMA


Taktırın klima taktırın, Siz serinleyin dünya ısınsın. Seneye daha da sıcak olacak, ve daha sonraki sene daha sıcak, ve daha sonraki sene daha sıcak... Böylece devam edecek. Ta ki ortaçağdaki çiçek salgını gibi doğa insanoğlunu katledene kadar.
Şimdilik sıra sizin, siz doğaya takın. Onun da sırası gelecek ve toplu halde hepimize takacak.

BEN BENDEN OLGUN İNSAN İSTERİM demiş Can baba


Ben;
Benden olgun insan isterim karşımda!
Haydi ordan Allah Aşkına. Sen akıllısın, kendinden olgununu arıyorsun da o adamın seninle işi olur mu sanıyorsun.
Benden dürüst,
Senden dürüst=Sen ondan daha ikiyüzlü Eee dürüstün ikiyüzlü ile ne işi ola ki?
En ufak dalgada,
Arkasını dönmeyecek kadar olgun...
Arkamı döndüğümde,
Sırtımdan vurmayacak kadar güvenilir…
Sen ona arkanı döneceksin ama hem terketmemesini hem de vurmamasını istiyorsun... Ne büyük hayalperestlik.
Bir o kadar cesaretli olmalı.
Yağmurdan ıslanıp,fırtınadan kaçmamalı.
Ayağı taşa takılınca kayadan korkmamalı.
İşine gelince sevip,
Zoru görünce bırakmamalı!...
Tüm bunları istedin de; ya sen, sen nasıl olacaksın.

gurur


'' En değersiz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanla paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü ? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu ülkesinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiç bir şeyi olmayan her zavallı aptal gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu ülkesi ile gurur duyar... ''
Arthur SCHOPENHAUER

Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.
Krishnamurti

Daha geçen hafta anamı kaybettim. O ölen bir insandı ama şehitler öyle değil.


Daha geçen hafta anamı kaybettim, o da ölen bir insandı ama, güneydoğudaki askerler, kıbrıstaki kaybedilenler, afrikada açlıktan kırılanlar vb. vb. Bunlar ölen insanlar değiller.
ÖLDÜRÜLEN, KIYILAN CANLAR.
Ve bu kıyımdan, katliamlardan hepimiz sorumluyuz.
Susarak, şikayetçi olduğumuz sistemin gereklerini yerine getirerek vs. vs.
Evet içim acıyor bu haberleri duydukça ama ölüme üzüldüğümden değil.
Utandığımdan.
Şiddete karşı diye ağzımızdan çıkanlar o askerleri öldüren kurşunlardan daha az sivri değil.
Daha az öldürücü değil.
Daha az şiddet içermiyor.
İçim acıyor, tüm ölenlerin kanı ellerime bulaşmışçasına sorumlu hissettiğim için kendimi.
İçim acıyor utanıyorum bir şey yapmadığım veya yapamadığım için.
İçim acıyor birileri bana insan dediğinde, utanıyorum insanlığımdan, öfkeye sattığım hayatımdan.

Kişi silme kriterlerim.

Bu ortamda, benim şerefsiz adi vb olduğumu düşünenler olabilir ve vardır da. Sorun değil çünkü kendi değer yargılarıyla değerlendiriyorlar. Bu gibi kişileri asla hakkımdaki olumsuz düşüncelerinden ötürü arkadaşlarım arasından çıkarmam. Ancak her kim olursa olsun -ŞİDDETİ KABUL EDER, ONAYLAR VE/VEYA ÖVERSE- belli bir kişiye veya guruba veya ırka vb. -HAKARET İÇEREN SÖZLER PAYLAŞIRSA- (benimle paylaşmış olması gerekmez, duvarında varsa da) istisnasız silerim

Bu da Hıristiyanlığın sevgi tanımı


Pavlus'un Korint'lilere birinci mektubu
Bap 13
1 İnsanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran çıkaran bakırdan ya da zilden farkım kalmaz. 2 Peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem, her bilgiye sahip olsam,dağları yerinden oynatacak kadar büyük imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim. 3 Varımı yoğumu sadaka olarak dağıtsam, bedenimi yakılmak üzere teslim etsem, ama sevgim olmasa, bunun bana hiçbir yararı olmaz. 4 Sevgi sabırlıdır, sevgi şefkatlidir. Sevgi kıskanmaz, övünmez, böbürlenmez. 5 Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolay kolay öfkelenmez, kötülüğün hesabını tutmaz. 6 Sevgi haksızlığa sevinmez, gerçek olanla sevinir. 7 Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi umut eder, her şeye dayanır. 8 Sevgi asla son bulmaz. Ama peygamberlikler ortadan kalkacak, diller sona erecek, bilgi ortadan kalkacaktır. 9 Çünkü bilgimiz de peygamberliğimiz de sınırlıdır. 10 Ne var ki, yetkin olan geldiğinde sınırlı olan ortadan kalkacaktır.

Mürekkep lekesi


Düşünürüm zaman zaman...
Ne kadar da duyarlı bir varlıktır insanoğlu.
Aynı zamanda ne denli de ikiyüzlü.

İmza toplanır hani bazen sokaklarda, bilmem nerede ezilenler için. İmza vermeyenler daha gerçekçi gelir bana.

Duyarsız kaldıkları için değil!
Bilmedikleri bir konuda yorum yapmamayı tercih ettikleri için.

Tasvip ettiğim bu tavır değildir elbet. Amma tanıtımda sadece EZİLEN kelimesi geçtiği için hop diye kaleme sarılıp imza verenler de tasvip ettiklerimden değildir.

Bana göre gerçek duyarlılık; öncelikle konu hakkında bilgilenmeyi gerektirir. Araştırmayı ve konuyu öğrenmeyi gerektirir.
O zaman oluşan tepki, EZİLEN aleyhine bile olsa çok daha gerçekçidir.
Bir yorum, kişisel bir bilinç ve kaynağını bu bilinçten alan bir tepki vardır.
Atılan imza işte o zaman mürekkep lekesi olmaktan çıkarak, yoldaşlığın simgesi olabilir.

Krishnamurti'den sevgi üzerine


Bir insanı gerçekten sevmek ne demektir bilmiyor musunuz;
nefret, kıskançlık, öfke hissetmeden,
ne yaptığına veya ne düşündüğüne karışmak istemeden, kınamadan,
kıyaslamadan sevmek ne demek bilmiyor musunuz?
Sevginin olduğu yerde kıyaslama olur mu?
Birisini bütün kalbinizle, bütün zihninizle, bütün vücudunuzla,
bütün varlığınızla sevdiğiniz zaman karşılaştırma söz konusu olur mu?
Kendinizi o sevgiye tamamen teslim ettiğinizde başkaları yoktur artık.

Sevginin sorumluluğu ve vazifesi var mıdır, ayrıca bu kelimeleri kullanır mı?
Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır?
Görev sevgi içermez.
Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir.
Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız
yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir.
Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur.

Çoğu ebeveyn ne yazık ki çocuklarından sorumlu olduklarını düşünür
ve sorumluluk anlayışları, çocuklarına neyi yapmaları neyi yapmamaları,
büyüyünce ne olmaları ne olmamalarını söyleme şeklinde kendini gösterir.
Anne babalar çocuklarının toplumda güçlü bir yere sahip olmalarını isterler.
Sorumluluk dedikleri şey, o taptıkları saygınlığın bir parçasıdır
ve bana kalırsa saygınlığın olduğu yerde düzen yoktur;
bütün dertleri mükemmel bir burjuva olmaktır.
Çocuklarını topluma uyum sağlamaya hazırlarken
savaşı, çatışmayı ve vahşeti devam ettirmiş olurlar.
Sizce bu ilgi ve sevgi midir?

Gerçekten ilgi göstermek bir ağaca veya bitkiye gösterdiğiniz gibi ilgi göstermektir,
ona su vererek, ihtiyaçlarını ve en iyi hangi toprakta yetiştiğini inceleyerek,
ona şefkat ve özenle bakarak.
Çocuklarınızı topluma uyum sağlamaya hazırlarken onları aslında ölmeye hazırlıyorsunuz.
Çocuklarınızı sevseydiniz savaş olmazdı.

Jiddu Krishnamurti - Bilinenden kurtulmak

Naçizane İNSAN tanımım.


( İnsan ) = (Düşünmek) + (Yemek ) + (Uyumak ) + (Para kazanmak için çalışmak ) + (Eğlenmek )
(İnsan) - (Düşünmek) = (Hayvan -cinsi farketmez-)

Aşağıdaki metin bir arkadaşımın paylaşımıdır. Nacizane yorumum da yukarıdadır.

( İnsan ) = ( yemek ) + ( uyumak ) + ( para kazanmak için çalışmak ) + ( Eğlenmek )
( Eşek ) = ( yemek ) + ( uyumak ) olduğuna
...göre ilk denklemde
( yemek + uyumak ) yerine ( Eşek ) koyabiliriz.
( İnsan ) = ( Eşek ) + ( para kazanmak için çalışmak ) + ( Eğlenmek )
bu yeni denklemde her iki taraftan ( Eğlenmek ) çıkartılırsa:
( İnsan ) - ( Eğlenmek ) = ( Eşek ) + ( para kazanmak için çalışmak )

SONUÇ:
Eğlenmesini bilmeyen insan, sadece para kazanmak için çalışan eşekten başka birşey değildir.

Çinli Filozof Chang Ying Yue'dan;
Her kim gün boyunca arı kadar aktif, bir boğa kadar güçlü, bir at kadar çalışkan olduğu halde, akşam olunca bir köpek kadar bitkin eve dönüyorsa; bir veterinere görünmelidir.
Çünkü eşek olması, kuvvetle muhtemeldir.

Her kime ne yaparsanız, Bana yapmış sayılacaksınız.

Matta 25:32 Ulusların hepsi O'nun önünde toplanacak, O da koyunları keçilerden ayıran bir çoban gibi, insanları birbirinden ayıracak. 33 Koyunları sağına, keçileri soluna alacak. 34 "O zaman Kral, sağındaki kişilere, 'Sizler, Babam'ın kutsadıkları, gelin!' diyecek. 'Dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan egemenliği miras alın! 35 Çünkü acıkmıştım, bana yiyecek verdiniz; susamıştım, bana içecek verdiniz; yabancıydım, beni içeri aldınız. 36 Çıplaktım, beni giydirdiniz; hastaydım, benimle ilgilendiniz; zindandaydım, yanıma geldiniz.' 37 "O vakit doğru kişiler O'na şu karşılığı verecek: 'Ya Rab, seni ne zaman aç görüp doyurduk, susuz görüp su verdik? 38 Ne zaman seni yabancı görüp içeri aldık, ya da çıplak görüp giydirdik? 39 Seni ne zaman hasta ya da zindanda görüp yanına geldik?' 40 "Kral da onları şöyle yanıtlayacak: 'Size doğrusunu söyleyeyim, bu en basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim için yapmış oldunuz.' 41 "Sonra solundakilere şöyle diyecek: 'Ey lanetliler, çekilin önümden! İblis'le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe gidin! 42-43 Çünkü acıkmıştım, bana yiyecek vermediniz; susamıştım, bana içecek vermediniz; yabancıydım, beni içeri almadınız; çıplaktım, beni giydirmediniz; hastaydım, zindandaydım, benimle ilgilenmediniz.' 44 "O vakit onlar da şöyle karşılık verecekler: 'Ya Rab, seni ne zaman aç, susuz, yabancı, çıplak, hasta ya da zindanda gördük de yardım etmedik?' 45 "Kral da onlara şu yanıtı verecek: 'Size doğrusunu söyleyeyim, mademki bu en basit kardeşlerimden biri için bunu yapmadınız, benim için de yapmamış oldunuz.'

Günaydın... Güne merhaba, SENe merhaba, varoluşa ve tüm var olanlara merhaba. GÜNAYDIN

Ben seviyorum BENi ve tüm sahip olduklarımı.Gözlüyor izliyorum da SENleri,Fark göremeyince BENle SENler arasında...Karar veriyorum:Seviyorum SENi de.

İSTİYORUM


Serhoş olmak istiyorum,
Sevdiğim bir kadınla birlikte içerek...
Ama alkolden değil,
Birbirimize olan sevgimizden...
Oturmak istiyorum,
Yanyana, dizdize, gözgöze,
Ama sırnaşmadan oynaşmadan...
Birlikte yatmak istiyorum,
Tek vücutmuşçasına içiçe,
Ama sevişmeden...
Bir eş istiyorum...
Konuşabileceğim, kavgaya vardırmaksızın.
Kavga edebileceğim, küslüğe vardırmaksızın.
Öfkelenebileceğim, kine vardırmaksızın.
Sevişebileceğim, seksi amaçlamaksızın.
VE
Bir ADAM olmak istiyorum...
Tüm bunları almak için yaşayan değil...
Verebilecek düzeyde evrilmiş olan.

sayıların okunuşları

sennovemkatragintilyon
senoktokatragintilyon
senseptenkatragintilyon
sensexkatragintilyon
senkenkatragintilyon
senkattuorkatragintilyon
sentrekatragintilyon
sendokatragintilyon
senunkatragintilyon
senkatragintilyon
sennovemtrigintilyon
senoktotrigintilyon
senseptentrigintilyon
sensextrigintilyon
senkentrigintilyon
senkattuortrigintilyon
sentretrigintilyon
sendotrigintilyon
senuntrigintilyon
sentrigintilyon
sennovemvigintilyon
senoktovigintilyon
senseptenvigintilyon
sensexvigintilyon
senkenvigintilyon
senkattuorvigintilyon
sentrevigintilyon
sendovigintilyon
senunvigintilyon
senvigintilyon
sennovemdesilyon
senoktodesilyon
senseptendesilyon
sensexdesilyon
senkendesilyon
senkattuordesilyon
sentredesilyon
sendodesilyon
senundesilyon
sendesilyon
sennovemtilyon
senoktotilyon
senseptentilyon
sensextilyon
senkentilyon
senkattuortilyon
sentretilyon
sendotilyon
senuntilyon
sentilyon
novemnonagintilyon
oktononagintilyon
septennonagintilyon
sexnonagintilyon
kennonagintilyon
kattuornonagintilyon
trenonagintilyon
dononagintilyon
unnonagintilyon
nonagintilyon
novemoktogintilyon
oktooktogintilyon
septenoktogintilyon
sexoktogintilyon
kenoktogintilyon
kattuoroktogintilyon
treoktogintilyon
dooktogintilyon
unoktogintilyon
oktogintilyon
novemseptuagintilyon
oktoseptuagintilyon
septenseptuagintilyon
sexseptuagintilyon
kenseptuagintilyon
kattuorseptuagintilyon
treseptuagintilyon
doseptuagintilyon
unseptuagintilyon
septuagintilyon
novemsexagintilyon
oktosexagintilyon
septensexagintilyon
sexsexagintilyon
kensexagintilyon
kattuorsexagintilyon
tresexagintilyon
dosexagintilyon
unsexagintilyon
sexagintilyon
novemkenquagintilyon
oktokenquagintilyon
septenkenquagintilyon
sexkenquagintilyon
kenkenquagintilyon
kattuorkenquagintilyon
trekenquagintilyon
dokenquagintilyon
unkenquagintilyon
kenquagintilyon
novemkatragintilyon
oktokatragintilyon
septenkatragintilyon
sexkatragintilyon
kenkatragintilyon
kattuorkatragintilyon
trekatragintilyon
dokatragintilyon
unkatragintilyon
katragintilyon
novemtrigintilyon
oktotrigintilyon
septentrigintilyon
sextrigintilyon
kentrigintilyon
kattuortrigintilyon
tretrigintilyon
dotrigintilyon
untrigintilyon
trigintilyon
novemvigintilyon
oktovigintilyon
septenvigintilyon
sexvigintilyon
kenvigintilyon
kattuorvigintilyon
trevigintilyon
dovigintilyon
unvigintilyon
vigintilyon
novemdesilyon
oktodesilyon
septendesilyon
sexdesilyon
kendesilyon
kattuordesilyon
tredesilyon
dodesilyon
undesilyon
desilyon
nonilyon
oktilyon
septilyon
seksilyon
kentilyon
katrilyon
trilyon
milyar
milyon
bin
yüz
on
bir

Krishnamurti'den


Mutluluğa mücadele ederek ulaşabilir misiniz? Dile kolay gelmese de en …büyük sır budur. Mutluluğu birkaç basit sözcüğe sığdırabilirim ama sadece beni dinleyip , duygularınızı tekrar etmekle mutlu olamazsınız. Mutluluk tuhaftır; onu aramadığınızda gelir.
Mutlu olmak için çaba harcamadığınızda, saflıktan ve yaşamın güzelliğinden doğan mutluluk beklenmedik ve gizemli bir biçimde birden beliriverir. Ama bu bir topluluğa katılmayı ya da biri olmaya çalışmayı değil, yüksek düzeyde bir kavrayışı gerektirir. Hakikat, kalbiniz ve zihniniz tüm uğraşlardan temizlendiğinde ve artık biri olmaya çalışmadığınızda ortaya çıkar. Zihniniz sakin olduğunda, gerçekleşen her şeye kulak verdiğinizde meydana çıkar. Bu sözcükleri dinleyebilirsiniz fakat mutluluğun gerçekleşmesi için öğrenmeniz gereken, zihninizi tüm korkulardan arındırmaktır.
Bir şeyden ya da birilerinden korktuğunuz sürece mutlu olamazsınız. Anne babanızdan, öğretmenlerinizden, sınavları geçmekten, ilerlemekten, Efendinize, hakikate yaklaşamamaktan, onaylanmamaktan, sırtınızın sıvazlanmamasından korktuğunuz sürece mutlu olamazsınız.
Hiçbir şeyden korkmazsanız, bir sabah uyandığınızda ya da yalnız başınıza yürürken, birden tuhaf bir şeyler olduğunu görürsünüz; aşk, hakikat, mutluluk denen şey davet edilmeden,i çağrılmadan, aranmadan birden karşınıza çıkar.
Gençken doğru biçimde eğitilmeniz bunun için çok önemlidir. Şu an eğitim dediğimiz şey, eğitim falan değildir, çünkü kimse size bunlardan bahsetmez. Öğretmenleriniz sizi sınavları geçmeniz için hazırlar fakat size en önemli şeyden, yaşamdan bahsetmezler; çünkü çok az kimse nasıl yaşayacağını bilir.
Çoğumuz yalnızca hayatta kalır, bir biçimde sürükleniriz. Bu yüzden de yaşam korkunç bir şey haline gelir. Gerçekten yaşamak, büyük bir sevgi, derin bir sessizlik ve saflığın yanı sıra deneyim zenginliği de gerektirir. Açık bir biçimde düşünebilen, önyargılar, hurafeler, umut ya da korkularla sınırlandırılmamış bir zihin gerektirir. Tüm bunlar yaşamın kendisidir ve yaşamak için eğitilmiyorsanız, eğitimin hiçbir anlamı yoktur.
Düzenli, terbiyeli olmayı öğrenebilir ve tüm sınavlarınızı geçebilirsiniz; fakat toplum yapısal anlamda parçalanırken bu yüzeysel şeylere birincil önem atfetmek, tıpkı ev yaparken tırnaklarınızı temizleyip cilalamaya benzer. Görüyorsunuz, hiç kimse sizinle tüm bunlar hakkında konuşmuyor, hiç kimse sizinle bunların üstüne gitmiyor. Matematik, tarih, coğrafya gibi belli konuları çalışmak için günlerinizi harcarken, bu derin konuları konuşmak için de zaman ayırmanız gerekir. Bu, yaşamı zengin kılmak için gereklidir..

Yanılır mıyız yoksa yanıltılır mı?


KENDİ YANILGILARIMIZI YARATIRIZ.
TESLİM OLMAKTIR ASLINDA ARZULADIĞIMIZ.
ONUN İÇİNDİR...
NE YELKOVANI TUTABİLİRLİĞİMİZ
NE DE AKREBE SÖZ GEÇİREMEZLİĞİMİZ.

MSG, Vetsin, E621 ya da monosodyum glutamat


MSG, Vetsin, yada E621 olarak da bilinen
monosodyum glutamat bir çok gıda ürününde aromayı artırmak için kullanılan bir
katkı maddesidir. Glutamik asit te, glutamik asidin MSG' den farklı tuzları,
mesela monopotasyum glutamat gibi, MSG ile aynı etkiyi gösterirler. Glutamat
aynı zamanda gıdaya umami diye adlandırılan farklı bir tat katar. Bilimsel
olarak bu tat beşinci tat olarak acı, tatlı, tuzlu, ekşinin yanında kabul
edilir. Glutamat proteinin ana bileşenidir. Hemen hemen bütün protein içeren
gıdalarda (et, kümes hayvanlarının etleri, deniz ürünleri) doğal olarak bulunur.
Doğal olarak bulunan glutamat, umami tadını vermek için geleneksel olarak
kullanılmıştır.

Geçmişte glutamata bağlı halsizlik, uyuşma ve çarpıntı semptomlarının olduğu
vakalar bildirilmiş. Bu durum Çin-lokantası sendromu olarak adlandırılmıştır.
Fakat, bilimsel olarak hiçbir zaman bunun glutamat tarafından olduğu
kanıtlanamamıştır.

Gıdalarda kullanılan glutamatın miktarı, gıdanın % 0,1 ile % 0,8'i
arasındadır. Bu miktar geleneksel gıdalarda doğal olarak bulunan glutamat
seviyesinin benzeridir. Glutamat tadı kendini sınırlandırır. Bunun anlamı;
yemeğe uygun miktardan daha fazla eklendiğinde tada çok fazla bir katkıda
bulunmaz, hatta tat dengelerine zarar bile verebilir. Glutamatın ne olduğunu
daha iyi anlamak ve açıklık kazandırmak için aşağıda sık sorulan sorular için
verilen cevaplar yardımcı olabilir. Diğer aroma artırıcı katkı maddeleri ve MSG'
a ait etiket bilgileri de aşağıda verilmiştir.

Kaynağı ve Vücuttaki fonksiyonu

Monosodyum glutamat glutamik asidin bir tuzudur. Glutamik asit proteinleri
oluşturan 20 amino asitten birisidir. Besinsel açıdan bakıldığında elzem olmayan
bir amino asittir, yani vücudumuzda sentezlenebilir.

Glutamik asit, vücudumuzdaki ve besinlerde 2 formda bulunur. Birisi diğer
amino asitlerle bağlı olduğu ‘bağlı' form, diğeri ise tek başına amino asit
olarak bulunduğu ‘serbest' formdur. Besinlerin tadında sadece serbest glutamat
önemli bir rol oynar.

Son çalışmalar gösteriyor ki besin kaynaklı glutamat bağırsaklar için ana
enerji kaynağıdır. Bağırsakların glutamata karşı çok yüksek afiniteleri vardır
ve çalışmalar gösteriyor ki gıda olarak alınan glutamatın ancak % 4' ü vücuda
geçmektedir. Bu da gösteriyor ki vücudun geri kalan kısmı için gerekli olan
glutamatın neredeyse tamamını vücut kendisi sentezlemelidir.

Besinlerdeki bütün glutamatlar, ister bağlı ister serbest formda olsun,
bağırsaklarda serbest forma getirilir; ve bağırsaklar tarafından enerji
üretiminde kullanılırlar. Glutamat aynı zamanda beyinde nörotransmiter olarak da
kullanılır. Kan beyin bariyeri (kanda taşınan maddelerin beyin hücrelerine
geçmesindeki kontrol bariyeri) glutamatın geçmesine izin vermez. Bundan dolayı
beyin kendi glutamatını glikoz ve diğer amino asitlerden kendisi sentezler.

Glutamat, İnsan metabolizmasında merkezi noktalarda bulunduğundan dolayı
önemli fonksiyonları vardır. Örneğin protein sentezinde substrat, glutaminin
prekürsörü, azot taşınmasında ve daha bir çok yerde önemli bir rol oynar.

Bulunduğu yerler ve üretimi

Glutamat doğal olarak bir çok besinde bulunmaktadır. Et, balık, sebzeler ve
tahıllarda bağlı formda, domates, süt, patates, soya sosu ve bir çok çeşit
peynirde serbest formda bulunur. Besinlerde doğal olarak bulunmasının yanı sıra,
sonradanda bir çok gıdaya eklenebilir. Çorbalarda, soslarda ve birçok işlenmiş
gıdada sıklıkla kullanılır.

Bir çok asya yemeği, kimi zaman soya ya da balık sosu gibi doğal kaynaklı
kimi zaman ise aroma artırıcı olarak eklenen glutamattan gelen glutamat tadına
sahiptir. İtalyan mutfağında ise, peynir ve domatesteki glutamat yemeklere
lezzet katmaktadır. Glutamat, gıdaların orijinal tadını artırmakta ve onları
daha lezzetli hale getirmektedir.

Monosodyum glutamatın ticari üretimi 1909 da başladı. Geçmişte doğal
proteinlerin, mesela buğday gluteni, hidrolizi yolu ile üretiliyordu. Şimdi ise
bakteriyel fermantasyon yolu ile üretilmektedir. Bakteri (Corynebacterium
Glutamicus) fermantasyon substratı olarak şeker, melas ya da nişasta içeren sıvı
bir ortamda üretilir. Bakteriler fermantasyon yoluyla glutamik asit üretir ve
ortama verirler. Glutamik asit ortamda birikir ve daha sonra filtrasyonla
ayrıştırılır, saflaştırılır ve nötralizasyon ile MSG' a dönüştürülür. Daha sonra
ekstra bir saflaştırma, kristalizasyon ve kurutma ile beyaz bir toz haline
gelir. Artık aroma artırıcı olarak kullanıma hazırdır.

İlgili diğer ürünler

Monosodyum glutamattan başka diğer aroma artırıcılarda kullanılmaktadır.
Bazıları yine glutamat kaynaklıdır, bunlar; monopotasyum glutamat, kalsiyum
diglutamat, monoamonyum glutamat ve magnezyum diglutamattır.

Glutamat kaynaklı olmayan ancak aynı tat özelliklerini verenler ise guanilik
asit, disodyum guanilat, dipotasyum guanilat, kalsiyum guanilat, inosinik asit,
disodyum inosinat, dipotasyum inosinat, kalsiyum inosinat, kalsiyum
5'-ribonükleotidaz ve disodyum 5'-ribonükleotidaz.

Aroma artırıcılar, içindekiler listesinde hangi kategoride ise (örneğin,
aroma artırıcılar) o başlık altında ya kendi özel isminde ya da onu ifade eden
“E” kodu ile bildirilir. Aroma artırıcıların E numaraları aşağıdaki tabloda
gösterilmiştir.

"Neden Ben" diye sormanın zamanı?!..


Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu efsane Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi.

Hayranlarından biri sordu.

"Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?"
...
Arthur Ashe cevap verdi.
"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar,
5 milyonu tenis oynamayı öğrenir,
500 bini profesyonel tenisçi olur,
50 bini yarışmalara girer,
5 bini büyük turnuvalara erişir,
50'si Wimbledon'a kadar gelir,
4'ü yarı finale, 2'si finale kalır.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah'a
'Neden ben?' diye hiç sormadım.
Şimdi sancı çekerken, Allah'a nasıl 'Niye ben derim?.''

SEVİYORUM?


Ne kadar kolay?..
SEVİYORUM.
Da?!..
Kimi?
Dediğim şu:
-Herkesi.
Ya aslı;
Sadece kendimi!..
İşte bundandır Sevilmeyi isteyişim...
Çünkü hep eksik kalır
Kendimi sevişim...

mümkün mü

Mümkün mü (1)

BİZ olalım dedi biri...
Mümkün mü inkar?
Güzeli, BİZliği
Ama?!..
Ben Bilmiyorsam BENliği
Sen Bilmiyorsan SENliği
Ve hatta
Ben Bilmeden SENliği
Sen Bilmeden BENliği
Mümkün mü?
Yaratmak BİZliği.
Mümkün mü (2)

"Bir ben vardır benden içeru"
derken Yunus...
Ben'i aşmış
Düşmüşken Derdine BEN'in
Ve ben
Hala anlamamışken Ben'i
Ve hatta
Sen anlamamışken Yunus Emre'yi
Ne mümkün!
Yaratmak BİZliği.
Mümkün mü (3)

BİZ bilmektir
Ki
BEN SENsin
Ve
SEN BENsin
Değil mi ki Duamız aynıdır...
YARADAN HÜKMETSİN
Rahat ol da
Bırak da
YARADAN HÜKMETSİN
Ve Mümkün kılsın
Yaratmayı BİZliği.
Mümkün mü (4)

Diyorlar ki:
O yağdırınca yağmurunu
Ayırmaz
Fakiri, zengini
Adili, müşriki...
Ne gam öyleyse:
Vardır bildiği,
Çıkarır elbet acısını
Misli misli...
Değil mi ki;
Yağmur habercisidir
Gökkuşağının bazısına
Ve keza habercisidir
Çamurun ve pisliğin bazısına
Adalet de odur ki:
Bazısı görür gökkuşağını,
Bereketlenir...
Bazısıysa çamuru,
Çirkefleşir...
O ki umar yağmurdan gökkuşağını
Elbet yaratır BİZliği
Ve o ki gelmeden kahreder çamura
Mümkün mü
Yaratsın BİZliği.

Ahlak, bilimden bile önce gelir


Zülfü Livaneli'nin 28 Ekim 2011 Cuma kendi duvarında paylaştığı bir yazı.
Kaç gündür Albert Einstein‘la ölümünden kısa süre önce yapılmış bir söyleşiyi okuyorum. Bu büyük âlimin, büyük filozofun her sözü, insanlığa yol gösterecek hikmetlerle dolu.
 Ailelerin, Einstein’ın aşağıda aktardığım bu sözlerini çocuklarına tekrar tekrar okutmalarını, kulaklarına küpe gibi takmalarını isterdim...
***
- Dünya neden kaoslar silsilesi yaşıyor?
Dünya kaosları kötü kişiler ve kararlardan dolayı değil olanları durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden yaşıyor.
- Dünya nereye gidiyor?
3. Dünya Savaşı doğal kaynak eksikliğinden çıkacaktır. O savaşta hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum ama 4. Dünya Savaşı’nda taş ve sopalar olacağını biliyorum.
- Siz atomu keşfettiniz, Hiroşima ve Nagazaki’nin tepesinde atom bombası patlattılar. Ne düşünüyorsunuz?
Her savaş insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine bir halka ekler. Ben atomu insanlığın yararı için keşfettim. Ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar. Böyle olacağını bilseydim, bir ayakkabı tamircisi olurdum.
- Başarının formülü nedir?
A=X+Y+Z (A: Başarı, X: Çalışmak, Y: Çalıştığı konuyu oyun gibi görmek Z: Konuşmak yerine üretmek.)
- Bilimin en son ulaşabileceği nokta ne olmalı?
Dünyada tek bir çocuk dahi mutsuz olduğu sürece, büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur.
 - Ne zaman dünyanın sırrına ereceğiz?
 Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını öğrenmiş olurduk.
 - Bir ülkenin geleceği neye bağlıdır?
 O ülkenin insanlarının göreceği eğitime bağlıdır. Eğitimse insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.
 - Dünya aptallarla dolu diyorsunuz. Aptalın tanımı nedir?
 Aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı uman kişi. Aptallarla dolu bir dünya çekilmezdir; çünkü dâhiliğin mutlak bir sınırı vardır, aptallığın asla.
 - Sizin zarif bir kişi olmadığınızdan bahsediyorlar...
 Yüksek ruhlar, her zaman sıradan akılların şiddetli muhalefetiyle karşılaşır. Eğer bilim adamı olarak gerçeği açıklamak istiyorsan, zarafeti terziye bırakmalısın. Diğer yandan şunu da söylemeliyim ki bu dünyada beni birkaç kişi anladı, onlar da yanlış anladı.
 - Tüm dünyaya tek bir mesaj vermek isteseniz o mesaj ne olurdu?
 Yeryüzündeki şartların düzelmesi, sadece bilimsel buluşlara değil çok ahlaklı bir yaşama düzeninin gerçekleşmesine bağlıdır

Hakem olun yahu!


Şu 13 yaşındaki kız hakkında alınan kararla ilgili tartışmanın ulaştığı nokta aşağıda. Haydin yorumları bekliyoruz.
x-Eğer bu tecavüzcüler idam edilseydi inanın sorunun, yaşamakta olduğumuz çürümenin farkına varamazdık. Bir musibet bin nasihatten iyidir. Ayrıca idam edilenlerin kahramanlaştığı hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan kabul edilmiş bir durumdur. Emperyal güçlerin sürgünü seçmelerinin sebebi de buydu herhalde. Her ne kadar o sürgünlerin soyundan AVUSTRALYA çıktıysa da AMERİKA da çıktı.
y-birazda ibreti alem için sallandırmak lazım bence.......erdal erenleri denizleri asmışız bu ülkede üç beş uçkuru açıkları asmak o kadar zor olmasa gerek
x-‎"Kanı kanla yıkama" felsefesi yüzünden değil mi bu günkü kinler. Deniz'lerin intikamı özgür toplum oluştuğunda kamilen alınmış olur. Savaşmak yerine her birimiz kendi çocuklarını özgür yetiştirse ve bu özgürler toplumun %10una ulaşsa devinim başlar ve tamamlanana kadar durdurulamaz zaten.
y-olaylara olduğu gibi salt tecavüzden bakarsanız aynı şey çıkmaz ortaya kanı kanla yıkamıyoruz  ...genç bedenleri masum çocukları kirli kanlarıyla öldürüyorlar..
x-Sevgili y, o tecavüzcülerin Allah bilir anaları da tecavüze uğruyorlar o adamlar tarafından. NEDEN? Çünkü o analar ANA değil de ondan. Aynştayn'ın dediği gibi sadece bir omurilik yetecekken kazara beyinleri de olmuş olduğu için. O analar... ki kocaları kendilerini dövüyor diye şikayetçi olurken kızlarını döven oğullarını "o erkektir" diye savunuyorlar. Şimdi karar verin bu CUMHUR'un %51ini asmadan çıkışı var mı sorunun.
y-tecavüzde mağdureler ewet eğitimsiz ve masum hatta ürkek ama tecavüz edenlerin eğitimle ilgili sıkıntıları olduğunu sanmıyorum bu içsel evcilleştirmemiş bir h....i duygu ....ben sağlıkcıyım tam da bu konuda tecavüze uğrayan bedenleri ve ruhları görüyorum ....sapkınlık eğitimsel bir davranış değil psikolojik bir travmadır... dünya genelinde tecavüzlerin %30 erkeklere %70 kızlara dır bu oran ülkemizde tam tersine %70 erkeklere afganistanla aynı seviyedeyiz.
x-Yapma sevgili kardeşim, yapma. Psikolojiyi Freud'a göre mi, Ericson'a göre mi, Jung'a göre mi ele alacağız. Kaldı ki bu devlerin üçü de psikoljik sorunların ana etmeninin eğitim ve kültür olduğunu savunuyorlar. Ha patolojik durumlardan, psikopatlıktan, şizofreniden, paranoyadan bahsediyorsak o zaman başka. Kapatalım tımarhaneleri asalım hepsini toplum temizlensin.

Görecelik, Relativite


Akıllı adamdır Aynştayn. Der ki: "Bir şeyi gerçekten biliyorsanız en cahile bile anlatabilirsiniz."
Bir gün sorarlar:
    Nedir bu görecelik?
Aynştayn cevaplar:
     Sevgilini durakta beklerken geçen bir dakika bir saat gibi algılanırken, yatakta bir saat bir dakika gibi geçer.

15 yaşında genç bir kız, 1 yaşındaki çocuğunu kucağında tutuyor.İnsanlar ona FAHİŞE diyor...
Oysa 13 yaşında tecavüze uğramıştı ve buna rağmen cana kıymama pahasına doğurdu çocuğunu.
İnsanlar bir çocuğa ŞİŞMAN diyor...
Ama hiçkimse onun ciddi bir hastalık geçirmesinin ardından obez kaldığını bilmiyor.
İnsanlar bir adamı ÇİRKİN diye çağırıyor...
O çirkin, yanan bir evden 4 kişi kurtarırken yüzü yanmasa son derece de yakışıklıydı.

Neyse boşverin bunları yahu, İYİ BAYRAMLAR


Ne anormal bir varoluştur bu?Aynı anda üç hali de yaşamak.. Yaşamak çünkü yaşandığının kesin kez farkında olmak.
Bir ben varım elbet, ama benden gayrı hep iki daha var..
Biri, tatilde ve denize girmekte iken, diğeri hala bir yerlerde bir dilim ekmek gelecek minin derdinde...
Biri, mutluluk mesajlarıyla boyarken buraları, diğerinin intihar edecek durumda olması...
Biri, misafirlerden şikayetçiyken, diğerinin bir kaldırımda tek başına ölüyor olması...
Zengin duyarsızlığı, fakir mağduriyeti değildir bu.Çünkü yerlerini değiştirseniz biriyle diğerinin, emin olun eski fakir çok daha acımasız ve duyarsız olabilir.
Çoook daha derin bir şey olmalı bu farkı yaratan. Ve çok çok daha önemlisi sürdüren.
İNSAN olmanın ölçütü yakında biri'lerinden olmaktır derlerse şaşırmayacağım.
Üçüncü hal mi? o da benim halim...
Tatilde ve denize girmekte değilim ama, bir dilim ekmek gelecek minin derdinde de değilim...
Mutluluk mesajlarıyla boyamıyorum buraları ama, intihar edecek durumda da değilim...
Misafirim de yok, bir kaldırımda tek başına da değilim...
Ama en önemlisi her halin farkında olduğum için hiç biri de doyurmuyor beni.
Allah ıslah etsin bizi.

Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür, ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez. Lev Nikolayevich Tolstoy


Neden?
"Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür, ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez." demiş Tolstoy...
Neden insanlara durmaksızın: Yanlışsın, çünkü benim gibi düşünmüyor ve benim inandığıma inanmıyorsun. diyoruz.
Ve neden bizim gibi olması için sürekli baskı uyguluyoruz?
Biz bizim gibilerin arasında böylesine mi büyük bir yalnızlık içindeyiz.
Yo, -Onlar doğruya gelsinler ve rahat etsinler diye. demeyin sakın, inanmam.
En hafif şekliyle ahmaklıkla itham ederim sizi.
Daha ağır haliyle ise, -Yalancısınız. derim yüzünüze karşı.
Her birimiz hayatımızda çok net olarak deneyimlemişizdir ateş ve yakıcılığını. Bazılarımız ateşle değil belki, ama istisnasız herkes böylesi bir deneyim yaşamıştır.
Çocuktum, evimizde odun sobası vardı. Ve alevlerin hareketi, rengi vb. nitelikleri olağanüstü bir şekilde tüm benliğimi cezbediyordu. Benim sobaya doğru yaptığım her hamlede babam: -Hayır, yanarsın. diyordu. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok tekrarlanmıştır bu döngü. Ama sonunda zafer benim oldu, babamın farketmediği bir an kucakladım sobayı. Babam çıldırmış gibiydi beni koruyamadığı için, annemse: -Şimdi tamam işte. dedi -Artık öğrendi ve bir daha dokunmayacak.
Yani
-Bir musibet bin nasihatten iyidir.
-Deneyimlemediğin bilgiye sahip değilsindir.
Şimdii...
Bu meselden yola çıkarsak, hangisi daha iyidir ve doğru sonuç doğurur?
Yanlış olduğunu düşündüklerinizin hayatını çekilmez hale getirircesine kafasının etini yemeniz mi?
Yoksa doğruluğunuzu yaşayarak örnek olmak mı?
Yaşamının tamamını karanlıkta geçirmiş birine ışığı anlatmaktan daha büyük bir abesle iştigal düşünemiyorum. Adamı aydınlığa çıkarsanız veya aydınlığı adama gösterseniz çok daha gerçekçi ve etkili olmaz mı? Yıllarca da anlatsanız o karanlıktaki adamın deneyimlemediği bir şeyi kabul etmesini nasıl umabilirsiniz. Kaldı ki kabul etse bile ancak dogma olarak kabul eder.
"Bir yolun doğru olup olmadığı, onu izleyenlerin sayısıyla belirlenir." gibi aptalca bir düşünce içinde iseniz şuna ne diyeceksiniz, merak ediyorum doğrusu.
Oldukça çok sayıda insan
Deodorantların kullanımının doğru olduğunu hayatlarında uygulayarak savundular.
Ve sonuç?
Katliam denebilecek düzeyde dünyanın dengesine olumsuz katkıda bulundular.
Oldukça çok sayıda insan
Kafirlerin Allah'a kazandırlması gerektiğine inanarak Allah adına, inanmayanları temizlemek için canla başla çalıştılar.
Ve sonuç?
İzleri hala silinemeyen, köklü kinler oluşturmuş soykırımlar.
Oldukça çok sayıda insan
Bazı insanların sahip olduklarını, kendilerinin daha iyi değerlendireceğini düşünerek dev boyutlarda bir sömürü düzeni oluşturdular ve bu düzeni korumak için kan dökmekten bile çekinmediler, çekinmiyorlar.
Ve sonuç?
Dünyanın neredeyse her yerinde ardı arkası kesilmeyen savaşlar.
Neden? Neden insan yaptıklarının sonuçlarıyla değil de sebepleriyle değerlendiriyor kendini?
Neden? Neden insan hala bindiği dalı kesmekte olduğunun farkına varmamakta inat ediyor?
Neden? Neden Hıristiyanların boğazları kesilerek infaz ediliyorlar?
Neden? Neden Müslümanlar istisnasız terörist addedilerek ülkeleri işgal ediliyor?
Neden? Neden Zenciler insanlığın pisliği gibi görülüyor ve hala yokedilmeye çalışılıyor?
Neden? Hıristiyanlar ve Müslümanlar hala birbirlerini kafir olarak addediyorlar?
Ve Neden? Neden tüm bu aptallıkları legalize etmek için Allah adını kullanıyorlar?
Eğer: Eğer Allah adil ise, kendisi yargılayıp karşılığını vermeyecek midir tüm yapılanların?
Ve eğer: Eğer Allah adil ise, ey aptal insanoğlu Allah adına yaptığını söylediğin bu katliamların da karşılığı verilmeyecek midir?
Pis kokmak diye ürettiğiniz bir kavramdan ötürü kokmamak için deodorantlara saldırdınız, artık kokmuyorsunuz, kokamıyorsunuz çünkü delinen ozon tabakasından yeryüzüne ulaşan morötesi ışınlar sayesinde pek çoğunuz kokmaya fırsat bulamadan kanserden ölüyorsunuz.
Devam edin, hızlı yaşayın. Emin olun cesediniz yakışıklı olacak erken öleceğiniz için.
Ama cesetleriniz hiç bir halta yaramaz ki?

Hayata Dair 7 Prensip Leonardo da Vinci


1) Curiositá – Hayata doymak bilmez bir merakla yaklaş ve kesintisiz öğrenmek için sürekli arayış içinde ol
2) Dimostrazione – Bilgiyi deneyimle ve inatla test etmeye bağlı ol, ve hatalarından öğrenmeye açık ol
3) Sensazione – Deneyimlerini zenginleştirme yolunda hislerini/duyularını – özellikle görme duyunu – devamlı geliştir (rafine et)
4) Sfumato – Belirsizliği, tutarsızlığı/çelişkiyi, kararsızlığı kucaklamaya istekli ol
5) Arte/Scienza – Bilimle sanat, mantıkla hayalgücü arasında denge geliştir
6) Corporalita – İyilik/merhamet/saygınlık, çok yönlülük, sağlık/zindelik ve duruş/denge/soğukkanlılık üret/yetiştir
7) Connessione – Tüm şeylerin (herşeyin) ve olayların (fenomenlerin) birbiriyle bağlantılı olduğunu kabul ve şükret

HERKES, BİRİSİ, HERHANGİ BİRİ ve HİÇ KİMSE


Bir ülkede dört kişi yaşıyormuş
Bunların adları da HERKES, BİRİSİ, HERHANGİ BİRİ ve HİÇ KİMSE imiş
Bir gün yapılması gereken çok önemli bir iş ortaya çıkmış
Ve HERKES, BİRİSİ' nin bu işi yapacağından eminmiş.
Gerçi işi, HERHANGİ BİRİ de yapabilirmiş ama HİÇKİMSE yapmamış.
BİRİSİ bu duruma çok kızmış. Çünkü iş, HERKES' in işiymiş.
HERKES, HERHANGİ BİRİ' nin bu işi yapabileceğini düşünüyormuş.
Ama, HİÇ KİMSE, HERKES'in yapamayacağının farkında değilmiş.
Sonunda...
HERHANGİ BİRİ' nin yapabileceği bir işi, HİÇ KİMSE yapmadığı için, HERKES, BİRİSİ' ni suçlamış... 

Bizim nazarımızda,kadın erkek farkı yok.

Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde. Hakk'ın yarattığı her şey, yerli yerinde. Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok. Noksanlık da, eksiklik de; senin görüşlerinde… Haci Bektas-i Veli

Bir sevgili arkadaşın benimle paylaştığı fıkra. Benim çok hoşuma gitti.


Londra'ya son gittiğimde, senelerden beri görmediğim Bir İngiliz hanım arkadaşıma rastladım. Bir puba girip sohbete başladık.
-Margareth, hiç değişmemişsin, hiç yaşlanmamışsın. dedim. Hala fıstık gibisin
O:-Sen de öyle. dedi. Görüşmeyeli nerede ise otuz sene oldu ama yüzünde pek bir fark yok
Ben:-Zaten umumiyetle böyle oluyor, insan yakından tanıdığı bir arkadaşını, dostunu kırk sene görmese bile hemen tanıyor. dedim.
Margareth, acı acı gülerek:-Sen öyle zannet. dedi ve anlatmaya başladı:
-Bundan üç, beş ay önce yeni bir dişçiye gitmiştim, oturmuş beklerken, dişçinin duvarda asılı olan diploması gözüme ilişti. Diplomada adamın tam ismi yazılı idi. Birden kırk sene geriye, mektep senelerime gittim. Acaba bu diplomanın üzerinde ismi yazılı olan Alfred Joseph Walker, benim bir zamanlar aşık olduğum, uzun boylu, gür sarı saçlı, mavi gözlü sınıf arkadaşım Alfred olabir miydi?
Dişçinin yanına girince bu sualin cevabını almış oldum. Karşımdaki seyrek gri saçlı, yüzü çizgiler ile dolu olan şişman adam, benim Alfred'im olamazdı.
Her şeye rağmen işim bitince sordum:-Siz hiç Woodford County High School'a gittiniz mi?
Adam gurur içinde:-Evet, Ben oradan mezunum.
Sordum:-Hangi sene
-1967 mezunuyum, Neden sordunuz?
Ben heyecan ile:-Siz benim sınıfımdaydınız. diye bağırdım
 O kel kafalı, kırışık suratlı, şişko herif bana baktı, baktı ve:-Kusura bakmayın Hocam hatırlayamadım, acaba hangi derse gelirdiniz.

Deneme 1.1


Zamanın yaratılışından önce seçilmişlerden biriydi o. Her şeyin bilincindeydi.
Zaman var oldu sonra, mekanla birlikte. O merak etti mekanı ama bilmeyi terketmesi gerekiyordu mekana geçebilmesi için.
Ve göze aldı bu riski. Mekana geçti...
Aslında bildiği ama mekana geçtiği için hatırlayamadığı iki insandan bebek olarak yaşamaya başladı. Zamana bağımlıydı artık, ve zaman onu geliştiriyordu. Tüm bildiklerini, hatırlayamadığı için öğrenmesi gerekiyordu.
Bir varolma savaşının içine düşmüştü. Önceleri mekana bağlı yaşamsal kaygıları vardı, kendi gereksinimlerini karşılayabilir olana dek farkındalığı neredeyse hiç yoktu. Farkındalığın başlamasıyla birlikte varolma savaşımı şekil değiştirmiş ve kimlik, kişilik geliştirme aşamasına ulaşmıştı.
Çok zorlandı. Çok.
Hiç bir şey hayat verememekteydi. Ve bir an geldi hayatı aramaktan vaz geçmeyi tercih ederek var olanı şekillendirme çabasına girişti. Ki bu durum onu çok daha büyük bir açmaza soktu.
O iki insan istediği gibi değildiler. Özgür olmak isterken onların özgürlüklerini kısıtlamaya çalıştığının farkında değildi.
Garip bir şekilde nasıl bidiğini bilmediği bir içsel bilgi ona şunu fısıldıyordu: HAYAT ancak sevgiyle mümkün.
Ama sevgiyi bilmiyordu ki. Kimse ona sevgiyi öğretmemişti ve gördükleri de eksik geliyordu ona.
Sevgiye de olan inancını yitirince öfke kapladı içini ve başladı adaletsiz olarak nitelediği her şeye saldırmaya. Aslında kızgın olduğu kendisiydi. Becerememişlik duygusu, hiçlik duygusuydu onu yönlendiren ve bunlar da içinden çıkılamaz bir kaosa, bilinemezliğe sürüklüyordu onu.
Yine böyle bir başkaldırı ve saldırı anında alıştığı sert kale duvarlarından farklı yumuşak bir kayaya çattı.
İlginçti...
Vuruyordu ama kaya o denli yumuşaktı ki tüm darbeleri etkisiz kalıyordu. Merak etti önce, sonra öyle olmayı diledi, anlamaya çalıştı.
Ama olamıyordu, her şey çelişmeye başlamıştı. Olamıyordu yumuşamıyordu ama istiyordu.
Kurtuluşu, ölümden, sevgisizlikten kurtuluşu... hayata ulaşmanın yolunu o yumuşak kayada görüyordu. Oysa farkedemediği kendini sertleştirenin kendisinin olduğuydu. Kendisi adaleleri gibiydi. Çalıştıkça sertleşen ve büyüyen.
Oysa o kaya yumuşak ve küçüktü ve öyle olmak için daha fazla emek harcamaya başladı ki bu daha da sertleşmesine yol açacaktı.
Değiştirmeye çalışmadan önce anlaması gerekliydi. İlişkiler arasındaki bağları kavramaya ve bağlantılar kavranamadıkça ilişkilerin çözümlenemeyeceğini bilmeye ihtiyacı vardı.
Öğrenmeyi arzuladı ve yumuşak kayaya tabi olmayı seçti, oysa tabi olmak kendin olmamak demekti, bunu da öğrenecekti.
Seçimi değildi adaletsiz olan ve aslında adaletsizlik de yoktu. Adaletsizliği yaratan beklentileriydi ve beklentilerini besledikçe yalnızlığının ve köleliğinin daha da büyüyeceğini öğrenmeye ihtiyacı vardı.
Öğrendi bu iki şeyi; tabi olmaması gerektiğini ve beklenti yaratmamayı. Çok sancılı olmuştu öğrenmesi ama öğrendi.
Öğrendiği an dehşetle farketti ki eskisi kadar sert değildi. Yumuşama başlamıştı.
Bir körün gözlerinin açılarak ilk kez gördüğü ışıkla gözlerinin kamaşması, bir sağırın ilk duyduğu sesle beyninin uyuşması gibiydi ama sevinmişti.
Bu sevinç sahip olduklarıyla yapabileceklerini hayal etmesine sebep olmuştu ve bu hayaller yeni beklentiler doğuruyordu.
Bu aşamada eğer yeni beklentilerin yarattığı akıntıya kapılırsa dönüşü olmayan yola gireceğini farketmesi gerekiyordu ki bu konuda yumuşak kaya da yardımcı olamazdı artık ona.
İşte şimdi gerçekten tek başınaydı ve seçmek zorundaydı.  Ya tek başınalığını kabul ederek bir olabilecekti tüm varolanla ya da yeni bir paradoksal sanrılar sistemi yaratarak kendini kandıracaktı yumuşadığı konusunda.

Ben deniyorum, her zaman olmasa da becerebildiğim zamanlarda çok da zevkli olduğunu deneyimledim.


Hayat nedir diye sorar bazen insanoğlu, neden acımasız ve neden adaletsiz?..
Hayat bir süreçtir; tüm varolanlara (farklı şekillerde) aynı olanakları sağlayan. Hiç de acımasız değildir...
Acımasızlık doğanın doğasına aykırıdır ve fakat insanoğlu, değil mi ki doğayla uyum içinde yaşamaktansa doğayı (yönlendirmeyi değil) değiştirmeyi dener sürekli...
Ve doğanın bu değişime her direnci değil mi ki insanoğluna aczinin boyutlarını gösterir. İnsan da bu durumu "acımasız"lık ve "adaletsiz"lik olarak tanımlar. O aciz insan oturur TV karşısına, (entellektüel olacak ya)  açar bir belgesel kanalını ve başlar seyretmeye...
Mesela Afrika'nın savanlarındaki yaşamı. Aslan ceylan sürüsünü kovalar ve yakaladığını başlar parçalamaya...
Entellektüel olma çabasındaki insanın tepkisi: -Yahu ne acımasız şu doğa, zavallı, güzelim ceylan öldü. Ne olurdu şu aslanlar olmasa da şu güzellik yaşamına devam etseydi.
Gerçekten de acımasız mıdır doğa? Aslan zalim ceylan mağdur mudur? Aslan olmasaydı ne olurdu?..
Tüm yırtıcılar sürüye uyum gösteremeyen (asi), yeterince hızlı koşamayan (hasta ya da zayıf) olanları yakalayabildikleri için otçulların neslinin yüksek kaliteli ve sayılarının belli sınırlar içinde kalmasını sağlar. Böylece zayıf olan otçulları yakalayamayan zayıf yırtıcılar açlıktan ölerek yırtıcı soyunun da kalitesi yükselirken sayıları da belli sınırlar içinde kalır.
Nüfusları sınırı aşamayan otçulların dengede kalan nüfusları otların nüfusunu da sınırlar dahilinde tutar.
Vay canına yahu!..
Bir aslanın zulmü ve zavallı ceylanın mağduriyeti olarak adlandırdığımız adaletsiz doğa aslında ne kadar da adil ve dengeliymiş.
Ne entellektüel bakış açısı bu mudur zaten? Tamam canım benim de sözüm size değil zaten, siz entellektüel olmayı becerebilmiş ender insanlardan olabilirsiniz. (Gerçi yazının ilerleyen kısmında sizin entellektüel bakışınızın da ipliği pazara çıkacak ya şimdilik böbürlenmenize göz yumalım bakalım.)
Bu çok basit herkesin bildiği bir örnek olduğu için dile getirildi. Bir başkasına bakalım.
Çakal, sırtlan, akbaba, böcek... Bunlar öylesine iğrendiğimiz hayvanlardır ki adları küfre eşdeğer hakaret kelimeleri olarak kullanılagelmektedir. Peki bu leş yiyiciler olmasa ne olurdu ki acaba?
Ne olacak, leşler ortada kalacağı için çok hızlı bir şekilde bakteriler üreyecek ve üreyen bu bakteriler oldukça kısa bir süre içinde doğadaki yaşamın zirvesine oturacaklardı. Yani insan yaşamı (Öncelik bize ait ya) çok büyük bir risk altına girecek ve belki de son bulacaktı.
Ya yılan, kurbağa, sinek...
Yılan olmasa kurbağa nüfusu kontrol edilemez, kurbağa nüfusu kontrol edilemezse de sinekler kaplardı dünyayı.
Niye mi bu mide bulandırıcı gerçekleri yazdım bu kadar?
Anlayabilmek ve anlatabilmek için ki doğa mükemmeldir. Bu bir kaç örnek umarım var olanlar arasındaki uyumun ve fonksiyonelliğin ne denli harika bir uyum içinde olduğunu göstermiştir. Acımasız ya da adaletsiz değil. Eşitlikçi hiç değil. Dengeli.
Genelden biraz daha özele inelim mi?
Aslan ailesinde erkek adeta tembelliğin ilahıdır. Dişi doğurur, avlanır, doyurur, yetiştirir, gereksinimleri karşılar... Erkek ise neredeyse gün boyu yatar, ancak sınırları ihlal edenler olursa (o da lütfen) kalkar kükrer falan sınırların güvenliğini sağlar. Peki siz hiç seyrettiğiniz belgesellerde fonksiyonlarını değişen aile bireyleri gördünüz mü?
Hiç: -Bu gün ben avlanmıyorum, git eve yemek getir. diyen dişi aslan gördünüz mü?
Yo, göremezsiniz. Çünkü bu insana özgü bir durumdur. Sahip oldukları veya olabileceklerinden fazlasına düşünsel boyutta gereksinim yaratarak bu doğrultuda hayatı kendine zehir eden, acımasız ve adaletsiz kılan başka bir canlı göremezsiniz.
Dişisini parçalayan bir erkek yoktur hayvanlar arasında, ve erkeğini rahatsız eden bir dişi de. Yetişkin olduğu halde yavrusunu yuvada tutmak için yırtınan bir anne dişi de göremezsiniz, yavruları yerine avlanarak onları tembelleştiren bir ebeveyn de.
Bunlar insana özgü aptallıklardır.
Ne?
Ha, evet!..
Az önce sözünü ettiğimiz; ipliği pazara çıkan entellektüeller siz homurdananlarsınız. Çünkü entellektüelite, düşünmek değil yaşamaktır. Zekadan yoksun olduğunu söylediğiniz o hayvanoğlu hayvanlar çok daha entellektüeldirler sizden.
Yaşamak mı nedir?
Savaşmak...
Değiştirmek için değil varlığını sürdürmek için.
Yok ederek kendine habitat yaratmak için değil varlığını borçlu olduklarıyla paylaşmak için.
Her uyanışta yeni bir hayata başlamak, yeni bir savaşa girmektir yaşamak. Dünü unutmaktır yaşamak, yarınla ilgili kurgularına bağımlı olmamaktır. Özgürlüktür yaşamak.
Ve...
İnsanoğlunun özgürlüğünün kıstası beklentileridir.
Özgürlük beklentiyle ters orantılıdır. Beklentiniz iyi bile olsa kölesiniz.
Yaşamın her anı kendine özgü bir gerçektir.
Oysa insan yaşamadığı gelecekle ilgili beklentiler yaratmakla öylesine meşguldür ki anı ve o anın içerdiklerini beklenti yaratmak yani hayal kurmakla harcadığının farkında değildir.
Anı yaşamak yerine geçmişi anmayı ve geleceği kurgulamayı tercih eden insan kurgularına ya da anılarına köle değil midir?
Tüm ilişkilerimizin sonlanması veya yaralanmasının da sebebi bu değil midir.
Akşam karısının yaptığı yemek, kurguladığı yemekle eşleşmeyen kocanın şiddeti...
Kocasının, gelince kendisini öpeceğini kurgulayan kadının başı ağrıyan adama dırdırı...
Okulunda başarılı olarak kendilerini gururlandırmasını kurgulayan ebeveynlerin, çocuklarına zulmü...
Bunlar saymakla bitmeyecek örnekler ve hepsinin altında beklentiler, kurgulanmış beklentiler (gereksinimler değil) olduğu için bazı istisnalar hariç her insan şikayetçidir hayatından.
Duyar gibiyim!.. Bazılarınız, bu saptama yeni bir şey değil ki, çözümün var mı onu söyle diyorsunuz.
Vaaar!..
Yaşayın, anı yaşayın, özgürce yaşayın, her şeyi ve her kesi severek yaşayın.
Burada ve şimdi yaşayın, unutmayın zaten ancak ölene kadar yaşayabileceksiniz ve ne zaman öleceğinizi bilmiyorsunuz. O zaman şimdi ölecekmiş gibi anın tadını çıkararak yaşayın.
Ahlak mı? Kimin ahlakı?
Türk'ün ahlak kuralları ile Fransız'ın ahlak kuralları neden farklı?
Çünkü kendiniz yarattınız ve yarattığınıza tapınmayı tercih ettiniz.
Oysa...
Oysa tek bir ahlak kuralı vardır:
KENDİNE YAPILMASINI İSTEMEDİĞİNİ BAŞKASINA YAPMA 

İŞTE BU KADAR SORUN YOK ARTIK.


"BEN DENİYORUM, HER ZAMAN OLMASA DA BECEREBİLDİĞİM ZAMANLARDA ÇOK DA ZEVKLİ OLDUĞUNU DENEYİMLEDİM." demiştim ya az önceki notumda...
Evet. Çok zevkli.
Ama ya sosyal ilişkilerin yönlendirdiği, çevreden gelen ve anı yaşamaya engel olabilecek uyaranlara tavrı ne olmalı insanoğlunun?..
Öncelikle zaten anı yaşamaktan başka bir olasılık söz konusu olmadığını, ve beklentilerin sanrılar olduğunu farketmek zorundayız. Dolayısı ile; evet bugün yaptıklarımız yarını şekillendirir ama yarın olmayabilir de. O zaman nasıl yapmalı, ne yapmalı.
Basit aslında: Nasıl ki aslan enerji kazanabilmek için enerji harcamak ve avlanmak zorundaysa...İnsan da kazanabileceği şey için feda edilebileceklerin karşılaştırmasını yapmalı ve karar vermeli. Açlıktan mı ölecek yoksa yorulup tok mu yaşayacak.
Herşeyin katkısı vardır hayata. Bazıları zayıftır, bazıları ise güçlü. Bazıları sorunun başında işe yarar, bazılaırysa sonunda. Ama kazanmak için hepsini kullanmak gerekir. Her şeyini kaybedip, yine de kazanabilirsin hayatta. Hayatın güzelliği de budur işte. İşler her an tersine dönebilir. Kazanmak için yapman gereken tek şey hayattaki olası tavizleri ve katkılarının farkında olmak ve karşındakinin ne yapabileceğini kestirebilmek.

Ya ben!?..


Hayat  adıyla adlandırılan şu süreçe, son derece kötü kokulu ve çirkin görünümlü bir paket taşıyan biri dahil olmuştu.
Yıllar yılı çoğu insan uzak durmayı tercih etti bu adamdan. Çünkü anlaşılamaz derecede çelişkili bir yükü vardı. Hem yükünü neredeyse hiç bırakmıyordu.
Öylesine kötü görünümlü ve öylesine bet kokulu bir şeydi ki taşıdığı... İnsanlar isteseler de yaklaşamıyorlardı. Gözlerini kapasalar, görmeseler de paketi... koku, o koku duyumsanamayacak gibi değildi... Burunlarını da tıkasalar öylesine nüfuz edici bir kokuydu ki... Kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu.
Bazıları denediler. Ama dayanamadılar paketin içindekini görecek kadar. Topu topu en fazla bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insan direnebildi ve görebildiler o paketin içini.
Onlar, o kokuyu yok sayabilenler, o görüntüyü hiçe sayabilenler... Paketin açılmasıyla saçılan o olağanüstü hoş ve sarhoş edici kokuyla mest oldular. Paketten saçılan çiçeklerin altında kalan paketin çirkin görüntüsünden özgür kalabildiler.
Onlar, çook büyük bir inci hayaliyle tüm rahatsızlıklara katlanabilenlerdi. Pompalanan sosyal kriterlere direnebilen ve o çook büyük inci için her şeylerinden vaz geçebilenlerdi. Ve hatta kavuştukları inciyle birlikte katlanageldikleri rahatsızlıklarından da kurtulmuşlardı.
Ancak bazıları da vardı ki itiraz ettiler: -Böylesine büyük ve mükemmel renge sahip, üstelik de olağanüstü düzgün yüzeye sahip bir inci, böylesine bir güzellik ve mükemmeliyet bu denli çirkin ve kötü kokulu bir kutuya konamaz. dediler.

Kim bu?

YUNUS 1:1 RAB bir gün Amittay oğlu Yunus’a, “Kalk, Ninova’ya, o büyük kente git ve halkı uyar” diye seslendi, “Çünkü kötülükleri önüme kadar yükseldi.” 3 Ne var ki, Yunus RAB’bin huzurundan Tarşiş’e kaçmaya kalkıştı. Yafa’ya inip Tarşiş’e giden bir gemi buldu. Ücretini ödeyip gemiye bindi, RAB’den uzaklaşmak için Tarşiş’e doğru yola çıktı. 4 Yolda RAB şiddetli bir rüzgar gönderdi denize. Öyle bir fırtına koptu ki, gemi neredeyse parçalanacaktı. 5 Gemiciler korkuya kapıldı, her biri kendi ilahına yalvarmaya başladı. Gemiyi hafifletmek için yükleri denize attılar. Yunus ise teknenin ambarına inmiş, yatıp derin bir uykuya dalmıştı. 6 Gemi kaptanı Yunus’un yanına gidip, “Hey! Nasıl uyursun sen?” dedi, “Kalk, tanrına yalvar, belki halimizi görür de yok olmayız.” 7 Sonra denizciler birbirlerine, “Gelin, kura çekelim” dediler, “Bakalım, bu bela kimin yüzünden başımıza geldi.” Kura çektiler, kura Yunus’a düştü. 8 Bunun üzerine Yunus’a, “Söyle bize!” dediler, “Bu bela kimin yüzünden başımıza geldi? Ne iş yapıyorsun sen, nereden geliyorsun, nerelisin, hangi halka mensupsun?” 9 Yunus, “İbrani’yim” diye karşılık verdi, “Denizi ve karayı yaratan Göklerin Tanrısı RAB’be taparım.” 10 Denizciler bu yanıt karşısında dehşete düştüler. “Neden yaptın bunu?” diye sordular. Yunus’un RAB’den uzaklaşmak için kaçtığını biliyorlardı. Daha önce onlara anlatmıştı. 11 Deniz gittikçe kuduruyordu. Yunus’a, “Denizin dinmesi için sana ne yapalım?” diye sordular. 12 Yunus, “Beni kaldırıp denize atın” diye yanıtladı, “O zaman sular durulur. Çünkü biliyorum, bu şiddetli fırtınaya benim yüzümden yakalandınız.” 13 Denizciler karaya dönmek için küreklere asıldılar, ama başaramadılar. Çünkü deniz gittikçe kuduruyordu. 14 RAB’be seslenerek, “Ya RAB, yalvarıyoruz” dediler, “Bu adamın canı yüzünden yok olmayalım. Suçsuz bir adamın ölümünden bizi sorumlu tutma. Çünkü sen kendi istediğini yaptın, ya RAB.” 15 Sonra Yunus’u kaldırıp denize attılar, kuduran deniz sakinleşti. 16 Bu olaydan ötürü denizciler RAB’den öyle korktular ki, O’na kurbanlar sundular, adaklar adadılar.

İnsan ve yaşam sorunu üzerine düşünceler. 1


Ya içine bakacak, solacak... Ya içine bakacak renklenecektir.
İçini görebilse, ne solabilir ne de renklenebilir. Çünkü içi (KENDİSİ) beyaz ışık gibidir. Tüm renk evrenini barındırır ve genel bakışla ancak beyaz olarak görülebilir. Newton'un güneş ışığına uyguladığı gibi bir prizmaya gereksinim duyar kendini ve kendisini oluşturanları (GERÇEĞİNİ) detaylı olarak görebilmek için. Bu prizma da, kendisini var edenin sunduğu klavuzdur (KK).
Nefse ölmekten kavranması gereken: Kendi gerçeğini reddetmek, veya yadsımak, ya da yoksayarak, ya da bildik tanımıyla ölmek midir... Yoksa öldürmek midir o niteliği?..
Ya yoksa bilinçli bir kararlılık, üst düzeyde bir farkındalıkla var olan niteliğini kullanmamayı tercih midir?
Hangisi değerlidir?.. Çölde aç kalmak mı, bostanda oruç tutmak mı?
Oruç acı verir... İnsanın yemeye her yeltenişi ve bu yeltenişin aldığı oruç kararına aykırılığının yarattığı çelişki ne büyük bir acıdır...
Bu acıyı (HAÇI) kabul, acıya katlanış ve bunun farkındalıktan kaynaklı bilinçli bir arzu, bu arzudan kaynaklı karalılıktan aldığı güçle var olması... İşte bu durumdur ki acıyı ORUÇ kılar, açlık olmaktan çıkarır. Yeltenişlerin, yemekle sonuçlandığı anlar (DÜŞÜŞLER) da olur. Ama oruca kalınan yerden devam kararlılığı kutsar bu aç kalışı.
Zorluk diye bir şey yoktur. Zorluk olarak tanımladığımız şey çölün sıcağından şikayettir. Çünkü, beklenti yaratırız. Oysa bakmayız, çöl kumunun bir karış altındaki habitatın hiç farkında değilizdir. Sıcakla (AÇLIK) öylesine meşgulüzdür ki; Sadece kumları ve ekmek olmadıkları gerçeğini görürüz. Oysa... Oysa... Bizim için ekmek olmadığı kesinlikle gerçek olan o kum, burada ve şimdi çok fazla sayıda cana hayat vermektedir (SÖYLE EKMEK OLSUNLAR). EKMEKtir zaten o kumlar. Hayat vericidirler kabul edene.
Kabul edersek (İNSAN YALNIZ EKMEKLE YAŞAMAZ) hayat verdiği pek çok can gibi bize de (AMA ALLAH'IN AĞZINDAN ÇIKAN HER BİR SÖZLE YAŞAR) ebediyen var olma gerçekliği içinde hayat sağlar.

GÜNEŞ DOĞAR


Belki güneş bir gün bizim için doğar
Biz açmadıkça gözlerimizi doğsa da göremeyiz ki güneşi
Belki korkuları hayallerimiz boğar
Hayale ne gerek,
O masal günü gelinceye kadar; susuyorum
çalışır, yüzleşiriz korkularımızla ve savaşır yeneriz.
Susadıkça yüzün düşer aklıma
Her susamamda, her düşüşünde yüzünün aklıma
Korkar oldum düşlemekten
Nasıl da su gibi hayati olduğunu anlarım benim için
Ve şükrederim seni bana VERENe

Adını anarım çoğalır sesim
Adın yitirdi artık anlamını SEN yok ki BİZ varken
Konuşmaktan düşünmekten özlemekten
Kimse kimsenin herşeyi olamazmış
Elbet herşeyim değilsin, tamlayanımsın
Di'li geçmişten tek yaramsın sen
Yaram olmadın ki hiç olamazsın
Sensiz kimse mi kimsesiz miyim bilmem
Sensiz kimim çok iyi biliyorum
Hiç bilmek istemem;
Çünkü BİZi yaşadım SENle

Hatta düşünemem
Bu kaygı hep olacak içimde
Gel bak bir elimde gökyüzü var hala
Gel ve bak bir elimde SEN
Ötekinde kayıp giden yıldızlar la la
Diğerinde BEN
Korkular da benim umutlar da
BEN de SENde, SEN de BENde
Beni bırakma
Yıkmayalım BİZi bırakmayalım birbirimizi