8 Nisan 2015 Çarşamba

ÖNCE SİZ ÖĞRENİN

Çocuklarınızı iyi eğitin. Ayrım yapmayın kızlarınızla oğullarınız arasında. İnsan olarak yetiştirin.
Namuslu olun ki örneği sağlam olsun. Kaygılanmayın, siz namusluysanız sizi örnek alacaktır.
Kısa giymenin avantaj ve dezavantajlarını öğretin. Kararı kendi versin ve saygı gösterin.
Kıskançlığın güvensizlikten kaynaklandığını, kıskanılan mı, güvenilen mi olmak istediğini sorun.
Gururlanılması gerekenlerin olumsuz sonuçlar üretemeyeceğini, üretiyorsa kötü olduğunu, gururlanmamasını öğretin.
Arayıp, neredesin kiminlesin vs. diyen biri ileyse seçiminin neden yanlış olduğunu öğretin, ama seçimine saygı duyun.
Aldatmak aldatılmayı doğurur. Öğretin.
İnsanlığı öğrenirse cinselliği zaten biliyor, saygılı olacaktır. Güvenin.
Onlar çocuk değil, küçük insanlardır. Konuşurlarsa dinleyin ve anlamaya çalışın.
Anlattıklarına inanın ve güvenin. Sizin onlara gösterdiğiniz güven, gelecekte onların diğer insanlara gösterecekleri güvenin temelini oluşturacaktır. İnanın.
Paylaşımlarını önyargısız doğru değerlendirin. Siz ona ne denli adil olursanız o denli adil bir dünyanın temelini atmaktasınız. Unutmayın.
Anlatın, öğretin, uyarın, ama yargılamayın. Hatalarının bedeli olduğunu öğretmeden bedel ödetmeyin. Hatalarının sebep sonuç ilişkisini içselleştirirse, o da hata yapmak istemeyecektir. Emin olun.
Paylaşın. İşleri, mutlulukları, hüzünleri… Unutmayın ki sizi ilgilendiren her şey onları da ilgilendirir. Paylaşımınız oranında sosyalleşir ve yalnız kalmayacak bireyler yetiştirmiş olursunuz.
Sorumluluk verin ama sorumluluk yüklemeyin. Neyi, niye ve nasıl yapması gerektiğini öğretin. Aileye yardımcı olmayı o da isteyecektir.
Özgür kılın. Ama akılcı sınırları öğretin. Yaşam, hiçbir konuda sınırsız olanak sağlamaz. Sınırları bilirse olanaklarını verimli kullanır.
“Kadın da insandır, duygu mekanizması farklı da olsa insandır.” kavramını öğretin. Kadın ve erkek sadece arkadaş da olabilirler, her karşı cins ilişkisi yatak içermez. Öğretin.
Dokunun, sarılın, kucaklayın, değer verin ve bunu gösterin çocuklarınıza. Ki sevgiyi öğrenmek zorunda kalmasınlar. Yaşasınlar.
Konuşun, sohbet amaçlı, paylaşım amaçlı... Öğüt vermek yerine deneyimlerinizi paylaşın; Güvenin, bırakın o seçsin doğruyu.
Sahip çıkmak, sahiplenmek vb.nin gereksiz olduğunu, insanın insanlığın parçası olduğunu öğretin. Gücünü kontrol etmeyi, yardım için kullanmayı ve insanlık içindeki yerini öğretin.
Küçük veya büyük, fakir veya zengin, aşağılık veya asil tümünün insanlık bütününün unsurları olduğunu ve fonksiyonlarının gerekliliğini öğretin.
Bunları öğretirseniz bir insan yetiştirirsiniz ama siz bilmiyorsanız nasıl öğretirsiniz?

Önce siz öğrenin!

29 Mart 2015 Pazar

NEDEN

Neden insanlara durmaksızın: Yanlışsın, çünkü benim gibi düşünmüyor ve benim inandığıma inanmıyorsun. Diyoruz.
Ve neden bizim gibi olması için sürekli baskı uyguluyoruz?
Biz bizim gibilerin arasında böylesine mi büyük bir yalnızlık içindeyiz?
Yo, -Onlar doğruya gelsinler ve rahat etsinler diye. Demeyin sakın, inanmam.
En hafif şekliyle ahmaklıkla itham ederim sizi.
Daha ağır haliyle ise, -Yalancısınız. Derim yüzünüze karşı.

Her birimiz hayatımızda çok net olarak deneyimlemişizdir ateş ve yakıcılığını. Bazılarımız ateşle değil belki, ama istisnasız herkes böylesi bir deneyim yaşamıştır.

Çocuktum, evimizde odun sobası vardı. Ve alevlerin hareketi, rengi vb. nitelikleri olağanüstü bir şekilde tüm benliğimi cezbediyordu. Benim sobaya doğru yaptığım her hamlede babam: -Hayır, yanarsın. Diyordu. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok tekrarlanmıştır bu döngü. Ama sonunda zafer benim oldu, babamın fark etmediği bir an kucakladım sobayı. Babam çıldırmış gibiydi beni koruyamadığı için, annemse: -Şimdi tamam işte. Dedi -Artık öğrendi ve bir daha dokunmayacak.
Yani
-Bir musibet bin nasihatten iyidir.
-Deneyimlemediğin bilgiye sahip değilsindir.

Şimdi...
Bu meselden yola çıkarsak, hangisi daha iyidir ve doğru sonuç doğurur?
Yanlış olduğunu düşündüklerinizin hayatını çekilmez hale getirircesine kafasının etini yemeniz mi?
Yoksa doğruluğunuzu yaşayarak örnek olmak mı?
Yaşamının tamamını, karanlıkta geçirmiş birine ışığı anlatmaktan daha büyük bir abesle iştigal düşünemiyorum. Adamı aydınlığa çıkarsanız veya aydınlığı adama gösterseniz çok daha gerçekçi ve etkili olmaz mı? Yıllarca da anlatsanız, o karanlıktaki adamın deneyimlemediği bir şeyi kabul etmesini nasıl umabilirsiniz? Kaldı ki, kabul etse bile ancak dogma olarak kabul eder.

"Bir yolun doğru olup olmadığı, onu izleyenlerin sayısıyla belirlenir." gibi aptalca bir düşünce içinde iseniz şuna ne diyeceksiniz, merak ediyorum doğrusu?

Oldukça çok sayıda insan
Deodorantların kullanımının doğru olduğunu hayatlarında uygulayarak savundular.
Ve sonuç?
Katliam denebilecek düzeyde dünyanın dengesine olumsuz katkıda bulundular.

Oldukça çok sayıda insan
Kâfirlerin Allah'a kazandırılması gerektiğine inanarak Allah adına, inanmayanları temizlemek için canla başla çalıştılar.
Ve sonuç?
İzleri hala silinemeyen, köklü kinler oluşturmuş soykırımlar.

Oldukça çok sayıda insan
Bazı insanların sahip olduklarını, kendilerinin daha iyi değerlendireceğini düşünerek dev boyutlarda bir sömürü düzeni oluşturdular ve bu düzeni korumak için kan dökmekten bile çekinmediler, çekinmiyorlar.
Ve sonuç?
Dünyanın neredeyse her yerinde ardı arkası kesilmeyen savaşlar.

Neden? Neden insan yaptıklarının sonuçlarıyla değil de sebepleriyle değerlendiriyor kendini?
Neden? Neden insan hala bindiği dalı kesmekte olduğunun farkına varmamakta inat ediyor?
Neden? Neden Hıristiyanların boğazları kesilerek infaz ediliyorlar?
Neden? Neden Müslümanlar istisnasız terörist addedilerek ülkeleri işgal ediliyor?
Neden? Neden Zenciler insanlığın pisliği gibi görülüyor ve hala yok edilmeye çalışılıyor?
Neden? Hıristiyanlar ve Müslümanlar hala birbirlerini kâfir olarak addediyorlar?
Ve Neden? Neden tüm bu aptallıkları legalize etmek için Allah adını kullanıyorlar?

Eğer: Eğer Allah adil ise, kendisi yargılayıp karşılığını vermeyecek midir tüm yapılanların?
Ve eğer: Eğer Allah adil ise, ey aptal insanoğlu Allah adına yaptığını söylediğin bu katliamların da karşılığı verilmeyecek midir?

Pis kokmak diye ürettiğiniz bir kavramdan ötürü kokmamak için deodorantlara saldırdınız, artık kokmuyorsunuz, kokamıyorsunuz çünkü delinen ozon tabakasından yeryüzüne ulaşan morötesi ışınlar sayesinde pek çoğunuz kokmaya fırsat bulamadan kanserden ölüyorsunuz.

Devam edin, hızlı yaşayın. Emin olun cesediniz yakışıklı olacak erken öleceğiniz için.

YARGILAMADA ACELECİ, HÜKÜM VERMEDE TEMBEL OLUN!

         Suçlamada bu acelecilik neden?
         Eksik bilgiyle suçlama neden?
         Hatalı suçlama neden?
         Bir şeyleri değerlendirirken, konuyla ilgili veriler karşılaştırılarak ve artıları eksileri arasında bir muhasebe yapılarak sonuca ulaşılır. Bu cümlede öne çıkan bazı kavramlar var. Veri gibi ki bilgidir. Artı ve eksi gibi ki bilginin nitelikleridir.
         Buradan hareketle bilginin, eksik ve/veya yanlış olması olasılıklarını göz ardı edemeyiz.
         Eksik bilgi neye yol açar?
         Eksik bilgiyle ilgiyle şöyle bir örneğe ne dersiniz: Son model, gelişkin bir televizyon aldınız. Ama kanalları nasıl ayarlayacağınızı bilmiyorsunuz. Ancak televizyonun kendisini seyredersiniz.
-      Aygıtın televizyon olduğunu biliyorsunuz.
-      Bu aygıtla filmler, diziler, haberler vb. şeylere ulaşabileceğinizi biliyorsunuz.
-      Ama nasıl ayarlayacağınızı bilmiyorsunuz.
         Şimdi bana şu sorunun cevabını verebilir misiniz?
         Aldığınız televizyon evde kalabalık yapmaktan başka ne işinize yaradı?
         Yanlış bilgi neye yol açar?
         Aynı son model, gelişkin televizyon örneğiyle devam edelim isterseniz. Giriş aygıtları seçme tuşunu kanalları ayarlamaya yarayan tuş olarak, biliyorsanız
-      Saatler boyunca tuşa bassanız da değişen bir şey olmayacaktır.
         Şimdi bana şu sorunun cevabını verebilir misiniz?
Aldığınız televizyon evde kalabalık yapmaktan başka ne işinize yaradı?
Cevabınız, “Hiç” ise şu yargıya varabiliriz sanırım; Eksik ve/veya yanlış bilgiyle yola çıkıp da doğru sonuca ulaşmak olanaksızdır.
Ve biz genellikle böylesi olanaksızlıkları zorlayarak, bilgilerin niteliklerini sorgulamadan hükmederiz ve neredeyse her zaman da hata ederiz.
Bir bilginin yanlış veya eksik olması halinde, peşinen artı veya eksi olarak değerlendirebileceğimiz niteliklerin de hatalı olacağını kabul etmeliyiz. Bu durumda yapacağımız her muhasebe de hatalı sonuçlar doğuracaktır.
Hal böyleyken, sürekli ve asla vaz geçmeksizin aynı yolla kararlar veririz. Elde edilen verilerin yanlışlığını veya eksikliğini sınamaksızın, doğruluğu veya tamlığı sorgulanabilir verilerin artıları ve eksileri arasında bir muhasebe yaparız.
Neden böyle yaptığımızı düşündük mü hiç?
Böyle yaparız; çünkü verilerin doğruluğunu, tamlığını ve niteliklerini sorgulamaktan çok daha kolaydır, eldeki veriyi kabul ederek sonuca varmak.
Böyle yaparız; çünkü kararsızlığın, yetkinliği sorgulanır kılacağı önyargısına sahibiz. Kararsız kalıp yetkinliğimizin sorgulanmasına razı olmaktansa, yanlış karar vermeyi tercih ederiz.

İsa Harutyun KUYUMCU


9 Mart 2015 Pazartesi

ALMAK ve VERMEK ÜZERİNE

Günlük konuşmamızda neredeyse en fazla kullandığımız kelimeler olan ‘almak’ ve ‘vermek’ kavramları hiç düşündürmüş müdür acaba bizi? Arka planı böylesine karmaşık ve dolu olan iki kavramın böylesine alelade bir boyuta indirgenmiş olması hayrete şayandır.
Hiç düşündünüz mü? Verdim, demek ne kadar çok şey ifade edebilir. Veya aldım demek.
-  Verdim ki bana bağlansın… Baktım adam işi bırakacak, istediği maaşı verdim. Yoksa halimiz haraptı. Üç kişilik iş yapıyor tek başına, aslında ona verdiğim kadarını vereceğim üç kişi ancak yapar o işi.
Veya
-  Verdim ki doysun… Günlerdir görüyordum onu. Adamın açlıktan bir deri bir kemik kalmış denebilecek kadar zayıf olması çok etkilemişti beni.
Veya
-  Verdim ki beni terk etmesin… Ne yapabilirdim ki? Aşığım o kadına. Ama o da aslında paraya ve nüfuza âşık. Hal böyle olunca, ona bir spor araba almak farz olmuştu.
Veya
-  Verdim ki iyiliksever sansınlar… Doyurmak falan değildi amacım. İyiliksever bir adam imajı oluşturmam gerekiyordu. Yoksa bana ne o sefilin muhtaç oluşundan.
Bunlar, ‘verdim’le kurulabilecek cümlelerden bazıları. Ya da daha doğru bir deyişle, verdim kavramının arkasını doldurabilen amaçlardan bir kaçı. Peki, ‘aldım’la ilgili olarak ne gibi düşünceler olabilir.
-  Aldım ama vermese de kalırdım… Bunca yıldır çalışıyorum. Şimdi, kovsa beni ne yaparım. Bu yaştan sonra otur iş ara, hadi buldun alışmak bir iş, alıştırmak bir iş. Hiç de çekilir dert değil doğrusu.
Veya
-  Aldım ki eli alışsın… Böyle saflar oldukça çalışmama gerek yok. Bir de şu sıtmalı görünüşüm yok mu, daha nice safları düşürüyor ağıma.
Veya
-  Aldım ki onun olduğumu sansın… Adam aptal. Beni araba, ev, parayla satın alabileceğini sanıyor. Bırak öyle sansın, ben hayatımı yaşamaya bakarım.
Veya
-  Aldım, çünkü gerçekten açtım… Bu kadar ihtiyacım varken, gurur yapacak halim yoktu ya.

Peki, hiç mi saf, arı, temiz bir ‘almak’ veya ‘vermek’ yoktur. Vardır elbet. Dünya kötüdür ama tamamen değil. Almak veya vermek gereklilik şartıyla yerine getirilen eylemler olurlarsa, her türlü art niyet yok olacaktır. Veren her kim ve her ne niyetle veriyor olursa olsun, alanın gerek varsa alması ve gerek yoksa almaması almak açısından tüm art niyetleri temizleyecektir. Kaldı ki aynı durum veren için de söz konusudur. Alan her kim ve her ne niyetle alıyor olursa olsun, verenin gerek varsa vermesi ve gerek yoksa vermemesi vermek açısından tüm art niyetleri temizleyecektir.

YABANCI

Gerek bireysel boyutta ve gerekse ulusal boyutta, insan var olduğu günden bu yana aynı sorunla boğuşuyor.
Yabancılar…
Ne ilginç bir kavramdır şu ‘yabancı’ kavramı.
Türk dil kurumu sözlüğünde yazıldığı haliyle, yabancı:
1. Başka bir milletten olan, başka devlet uyruğunda olan (kimse), bigâne, ecnebi:
“Bu toprak bizimdir, içinde yabancının işi yok.” -R. E. Ünaydın.
2. Başka bir milletle ilgili olan: Yabancı kültürler.
3. Aileden, çevreden olmayan (kimse veya şey), özge:
“Ben, yabancı bir adam, neme lazım, hiç sesimi çıkarmadım.” -M. Ş. Esendal.
4. Tanınmayan, bilinmeyen, yad:
“Yabancı müşteri giremezdi kapısından. Gelenler hep edebiyat adamlarıydı.” -Y. Z. Ortaç.
5. Aynı türden, aynı çeşitten olmayan: Yağın içinde yabancı maddeler var.
6. Bir konuda bilgisi, deneyimi olmayan: Bu uygulamanın yabancısıyım.
7. Belli bir yere veya kimseye özgü olmayan: Yabancı arabalar buraya park edemez.
Bu tanımlar biraz irdelenirse görülecektir ki, aslında ‘yabancı’ dendiğinde ‘ben olmayan’ ı anlarız. Bir kişi ‘ben olmayan’ ı, ‘ben’ den ayırdığında otomatik olarak ‘ben’ i yalnızlığa mahkûm eder. Peki, bu durum düşünen insanın aklına şu soruları getirmez mi? Ne de olsa insan, çıkarları ve gereksinimleri doğrultusunda planlar yapabilen ve bu doğrultuda değişimler gerçekleştirebilen bir varlıktır.
-          Sağladığı kazançlar nelerdir?
-          Sebep olduğu kayıplar nelerdir?
-          Bu ayrım kazançlı mıdır?
-          Bu ayrım gerekli midir?
Bu soruları yanıtlamaktan kaçınıyorum! Çünkü ben de, hala içinde yabancı kavramını nötralize edememiş biriyim. Ama bu durum, sonuçlarına bakıldığında yadsınamaz bir şekilde ve istisnasız her toplumda ‘ben’ ler ve ‘yabancı’ lar oluşturmaya devam ederek sorunlar üretiyor.
Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir konu var ki, bana göre trajikomik. ‘Ben’ ‘yabancı’ yı dışlarken, ‘yabancı’ da bir ‘ben’ ve ‘yabancı’ için de ‘ben’ bir ‘yabancı’.
Sorunların iki tarafı mevcut. ‘Ben’ ve ‘yabancı’. Toplumsal yaşamda, bazen ‘ben’ mağdur oluyor ve bazen de ‘yabancı’.
En göz önünde olan şekli, ülkelerin halklar problemi. Bu sorun tüm ülkelerde var olmasına karşın, yaşadığımız ülkedeki etkilerini daha iyi gözlemleyebiliriz.

Ülkemiz tarihin kendine sağladıkları sebebiyle, pek çok halkın barındığı bir toprak parçası. Bu topraklar üzerinde yaşayan istisnasız her halk tarihi geçmişinden kaynaklı olarak şunu iddia ediyor. (Bu aleni bir iddia da olabilir, dışa vurulmayan duygular da.) Buralar benim vatanım. Bu ifade, zaman zaman radikal sonuçlar doğuruyor ve kıyımlar ve/veya katliamlara sebep oluyor. Buralar benim vatanım demeyi düşünenler, önce en fazla gömülebilecek kadar toprağa ihtiyaçları olduğunu düşünmeliler.

BU ÜLKEDE ŞİDDET VARMIŞ



Bu ülkede, kadına şiddet varmış!
Bu ülkede, çocuğa şiddet varmış!
Bu ülkede, hayvana şiddet varmış!
Bu ülkede, tutukluya şiddet varmış!
Bu ülkede, göstericiye şiddet varmış!
Bu ülkede, mecliste şiddet varmış!
Bu ülkede, statlarda şiddet varmış!
Vs.
Vs.



Tüm bu manşetler üzerine şöyle bir şey sorasım geliyor:
Bu ülkede, nerede şiddet yokmuş?
Şiddete karşı yapılan gösterilerde, basın açıklaması yapanların sesindeki öfke ve vurgulamalarındaki basınç adeta gösteri dışındakileri dövüyormuş gibi.
Kimi kandırıyoruz? Şiddet uygulayanı, şiddet uygulayarak durdurabileceğimizi haykırıyoruz.
İç güvenlik yasa paketi görüşmelerinde, kavga çıkıyor. Dikkatinizi çekmek isterim, ‘iç güvenlik yasa paketi’ görüşmelerinde. Güvenlik ve kavga, ne denli kardeş ve/veya eş anlamlı kelimeler değil mi?
Bir baba çocuğunu dövüyor. Gerekçe: Çocuk, komşunun oğlunu dövmüş!
Bir başka baba çocuğunu dövüyor. Gerekçe: Çocuk, komşunun oğlundan dayak yemiş!
Bir adam karısını vuruyor. Gerekçe: Kadın, bir başka adama bakmış!
Bir kadın kocasının cinsel organını kesiyor. Gerekçe: Adam, karısını dövüyormuş!

Bu ülkede, kadına şiddet yok!
Bu ülkede, çocuğa şiddet yok!
Bu ülkede, hayvana şiddet yok!
Bu ülkede, tutukluya şiddet yok!
Bu ülkede, göstericiye şiddet yok!
Bu ülkede, mecliste şiddet yok!
Bu ülkede, statlarda şiddet yok!

Bu ülkenin şiddete eğilimli, sokak jargonuyla psikopat bir halkı var. Tek tesellimiz, bu patolojik durumun tedavisi olan bir durum olması.
Şiddetin doğasını gözlemlediğimizde:
Birincil sebep savunmadır. Kişi veya varlık kendisini tehlikede hisseder. Tehlikeyi şiddetsiz bertaraf etmeyi bilmez veya şiddetsiz bertaraf edemez. Tek çıkar yol şiddet uygulayarak tehlikeden kurtulmak kalır.
İkincil sebep ise üstünlük arzusudur. Üstünlük kurmak isteyen varlık, üstünlüğünü kanıtlamalıdır. Bu üstünlük; yetenek, bilgi, nüfuz, servet vb. niteliklerle kanıtlanamazsa, geriye şiddet kalır.
Karısına şiddet uygulayan kimse hangi sebeple böyle davranır? Savunma mı yoksa üstünlük arzusu mu? Her ikisi de vardır. İşsiz bir adam düşünün. Her akşam karısı durumdan ötürü tabiri caiz ise dırdır etmektedir. Bu durum adamda her iki sebebi de tetikler. Birincisi, kadının dırdırı onun için bir saldırıdır ve bu saldırıyı bertaraf etmelidir. İkincisi, kendisi üstün olmalı iken karısı dırdırı ile onun üstünlüğünü sorgulanır hale sokmuştur.
Eğer insanoğlu, saldırı, üstünlük vb. kavramları gerçek bir farkındalık ve bilinçle içselleştirebilirse bu gibi şiddete dayalı çözümlerin de azalacağını ve hatta yok olacağını düşünüyorum.

İsa Harutyun KUYUMCU


ADALET

Geçenlerde işten eve dönmek için yürürken duyduğum ‘pozitif ayrımcılık’ sözü çok düşündürdü doğrusu beni.
Düşündürdü, çünkü biliyorum ki şeytan için batıda kullanılan ‘diabl’, ‘diablo’ veya ‘diavolo’ kelimelerinin hepsi aynı kökten gelir. Yunancadaki ‘diavolos’ kelimesi. İlginçtir, bu kelime ‘ayıran, bölen’ anlamına gelir. Ayırma, bölme dediğimizde her kesin tüyleri diken diken olurken, bir ‘pozitif’ öneki adeta sakinleştirici etki yapmaktadır.
Aynı yöntemle, yanlışı doğru kılabilmek için; Popüler kültür yalanı da beyaz veya pembe gibi öneklerle yaşamımıza sokarak kullanımını artırdı. Yalan yanlış olduğu (doğru olmadığı) bilinmesine rağmen, üçüncü partinin (kişi, topluluk veya kurumun) doğru olarak algılamasını amaçlayan bir hareket veya ifadedir. Amacı yanıltmak olan bir eylem, öneklerle nasıl iyi kabul edilebilir?
Biraz irdeleyecek olursak, pozitif ayrımcılık denen şeyin, aslında durumlarından memnun olmayanların ürettikleri bir terim olduğu açıkça görülebilir. Peki, tüm bu kişiler bu memnuniyetsizliklerinde haklı mıdırlar?
Beş kuruş maliyetli bir şeyi elli kuruşa satarken, süper marketlerin türemesi ve aynı ürünü otuz beş kuruşa satmalarıyla sesini yükselten bakkallar bu memnuniyetsizliklerinde haklı mıdırlar? Durum aslında bakkalın ekmeğinden olması değildir. Yüksek kâr paylarının aşağı çekilmiş olmasıdır. Kârdan zarar ettikleri için, süper marketlere savaş açmışlardır. Günümüz şartlarında ve yine günümüz terminolojisine göre, bakkalların yaptıkları pozitif ayrımcılıktır.
Benzer bir durumda sokak hayvanları için ortalığı birbirine katanlar hiç düşündüler mi? O hayvanları sokak hayvanı kılanlar da kendileri gibi hayvan severlerdi. İnsanoğlunun gördüğü güzele veya güzel gördüğüne sahip olma arzusu gibi kışkırtılmış güdüleri olmasaydı. Doğada özgür yaşayan kurdu tırnak içinde evcilleştirerek ve melezleştirerek, yine tırnak içinde köpeği yaratmasaydı. Bir anlamda GDO üretmeseydi. Sonra da sosyoekonomik, sosyokültürel vb. durumlarını göz önüne almaksızın o köpeklerini evde besleme çabasına girmeseydi. Böyle bir sorunumuz olur muydu?

Kısaca şöyle diyebiliriz: Pozitif ayrımcılık, beyaz yalan vb. terimleri türetenlerin tek bir amacı vardır. Yine güncel deyimle ifade edilecek olursa, organik yaşamı sentetik hale ve insanoğlunu da sentetiğe bağımlı hale getirerek bozulan düzenden çıkar elde etmek. Bağımlıların, bağımlılık farkındalıkları gelişmeye başladığında ise, sentetiği organik kıldık kılıfı altında yeni bir sentetikle kendilerine yeni çıkar düzenleri oluşturmaktır.

Yanlışı doğru kılmak

Geçenlerde işten eve dönmek için yürürken duyduğum ‘pozitif ayrımcılık’ sözü çok düşündürdü doğrusu beni.
Düşündürdü, çünkü biliyorum ki şeytan için batıda kullanılan ‘diabl’, ‘diablo’ veya ‘diavolo’ kelimelerinin hepsi aynı kökten gelir. Yunancadaki ‘diavolos’ kelimesi. İlginçtir, bu kelime ‘ayıran, bölen’ anlamına gelir. Ayırma, bölme dediğimizde her kesin tüyleri diken diken olurken, bir ‘pozitif’ öneki adeta sakinleştirici etki yapmaktadır.
Aynı yöntemle, yanlışı doğru kılabilmek için; Popüler kültür yalanı da beyaz veya pembe gibi öneklerle yaşamımıza sokarak kullanımını artırdı. Yalan yanlış olduğu (doğru olmadığı) bilinmesine rağmen, üçüncü partinin (kişi, topluluk veya kurumun) doğru olarak algılamasını amaçlayan bir hareket veya ifadedir. Amacı yanıltmak olan bir eylem, öneklerle nasıl iyi kabul edilebilir?
Biraz irdeleyecek olursak, pozitif ayrımcılık denen şeyin, aslında durumlarından memnun olmayanların ürettikleri bir terim olduğu açıkça görülebilir. Peki, tüm bu kişiler bu memnuniyetsizliklerinde haklı mıdırlar?
Beş kuruş maliyetli bir şeyi elli kuruşa satarken, süper marketlerin türemesi ve aynı ürünü otuz beş kuruşa satmalarıyla sesini yükselten bakkallar bu memnuniyetsizliklerinde haklı mıdırlar? Durum aslında bakkalın ekmeğinden olması değildir. Yüksek kâr paylarının aşağı çekilmiş olmasıdır. Kârdan zarar ettikleri için, süper marketlere savaş açmışlardır. Günümüz şartlarında ve yine günümüz terminolojisine göre, bakkalların yaptıkları pozitif ayrımcılıktır.
Benzer bir durumda sokak hayvanları için ortalığı birbirine katanlar hiç düşündüler mi? O hayvanları sokak hayvanı kılanlar da kendileri gibi hayvan severlerdi. İnsanoğlunun gördüğü güzele veya güzel gördüğüne sahip olma arzusu gibi kışkırtılmış güdüleri olmasaydı. Doğada özgür yaşayan kurdu tırnak içinde evcilleştirerek ve melezleştirerek, yine tırnak içinde köpeği yaratmasaydı. Bir anlamda GDO üretmeseydi. Sonra da sosyoekonomik, sosyokültürel vb. durumlarını göz önüne almaksızın o köpeklerini evde besleme çabasına girmeseydi. Böyle bir sorunumuz olur muydu?

Kısaca şöyle diyebiliriz: Pozitif ayrımcılık, beyaz yalan vb. terimleri türetenlerin tek bir amacı vardır. Yine güncel deyimle ifade edilecek olursa, organik yaşamı sentetik hale ve insanoğlunu da sentetiğe bağımlı hale getirerek bozulan düzenden çıkar elde etmek. Bağımlıların, bağımlılık farkındalıkları gelişmeye başladığında ise, sentetiği organik kıldık kılıfı altında yeni bir sentetikle kendilerine yeni çıkar düzenleri oluşturmaktır.

KÖRLER ÜLKESİNİN KRALI

Bir dostlar meclisinde, şöyle bir fıkra anlattım:

Kavga eden bir karı kocadan, koca kadına:
- Matah bir şey olsaydınız, Allah sizi sonradan yaratmazdı! Demiş.
Kadın ise cevaben:
- Ay aptal adam, bilmez misin ki tüm sanatçılar önce eskiz çalışırlar.

Doğal olarak meclisteki kadınların çok hoşuna gitti ve:
- Tabii ya!
- Kesinlikle!
- İşte kadının üstünlüğü!

Vb. yorumlar üretmeye başladılar.

Ben ekledim:
- Evet, ama şunu da unutmayın ki; Eser tamamlanmıştır, oysa eskiz gelişime açıktır. Yani kadın gelişimini tamamlamıştır ve ne yazık ki geldikleri nokta ideal değildir. Oysa erkeğin ideale ulaşabilmesi için yolu açıktır, çünkü gelişime açıktır.

Aynı kadınlar:
- Bu da senin yorumun herhalde!
Diye tepkilerini dile getirdiler. Sanki fıkrayı anlatanla bu yorumu yapan farklı kişilermiş gibi.

Bu fıkrayı anlatmadaki amacım sadece ve sadece şu kalıbı açıklamak içindi:
"Kadın ve erkek iki farklı varlıktır ve birbirlerinden üstün olmaları mümkün değildir. Çünkü her ikisinin de birbirlerine göre artı ve eksileri vardır."
Her ne hikmetse, şu gerçeği sürekli göz ardı etmekteyiz. Sandalye kadar masaya da gereksinimimiz vardır. Her ikisi de farklı şeylerdir ve birbirlerinin yerine kullanılamazlar. Birinin yokluğu diğerinin fonksiyonunu eksik kılar. Ne sandalye bacaklarını uzatmakla masa, ne de masa bacaklarını kısaltmakla sandalye olur. Belki, sandalye masa gibi kullanılabilir ve masaya da oturulabilir. Ama ancak ‘gibi’ kullanılabilirler ve bu durum ne sandalyeyi masa kılar, ne de masayı sandalye.
Ama kadının eser oluşunu canı gönülden benimseyenler, aslında erkeğin eskiz oluşunu kutladıklarının farkında değildiler. Onlar için kadının üstün oluşu değil, erkeğin aşağılık oluşu çok daha önemliydi.
Bu durum tüm insanlar (kadın erkek farkı olmaksızın) için böyle süregitmekte.
Neredeyse her birimiz, kendi üstünlüğümüzle değil de başkalarının aşağılık oluşlarıyla gurur duymaktayız.
Olduğumuz gibi kalarak bizden aşağılık olanların arasında olmak, üstün olmak ve/veya üstün olmak için çalışmaktan çok daha kolay gelir.
Şaşı gözlerimizi düzeltmektense, körler ülkesine taşınıyoruz. Çünkü şöyle söylenmiştir:

Körler ülkesinde şaşılar kral olur.

Eleştiri

Ne kadar çok kullandığımız bir şeydir bu ELEŞTİRİ!

Doğal olarak iki tarafı vardır ELEŞTİRİ’nin: Eleştiren ve eleştirilen.

Ama çok daha önemli olduğunu düşündüğüm asıl konu, ELEŞTİRİ’nin -iki şekli- vardır.
Birincisi: Eleştirenin eleştirileni yaptıklarından dolayı eleştirmesidir...
İkincisi: Eleştirenin eleştirileni yapmadıklarından dolayı eleştirmesidir.

Birincisinde olay son derece nettir. Eleştiri kriterlerinin, doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir olmasına rağmen; Eleştiren eleştirileni, kendi kriterlerine uymayan eylemlerden ötürü yargılamaktadır.

Ya ikincisi? Burada durum çok daha vahimdir.
Eleştiren eleştirilen hakkında doğruluğu sınanmamış bir imaj sahibidir. Eleştiren açısından, eleştirilenin özü veya karakterinin ve/veya mevcut durumun hiç önemi yoktur.
Kriter: yaratılmış imajdır. Eğer yaratılmış bir imaj söz konusu ise, tüm yargıları beklentiler belirler. Ki beklentilerin kaynağı yaratılmış imaj olduğu için daha önce de dile getirdiğimiz gibi eleştirilenin özü, kişiliği, karakteri, arzuları vb. tamamen göz ardı edilerek sadece ve sadece eleştirenin beklentileriyle ne denli örtüştüğü sınanır.

Bu noktada beklenti ve özgürlük ilişkisine değinmenin gerekliliği de tartışma götürmez.
İnsanoğlunun özgürlüğünün kıstası beklentileridir.
Özgürlük beklentiyle ters orantılıdır. Beklentiniz iyi bile olsa kölesiniz.
Yaşamın her anı kendine özgü bir gerçektir.
Oysa insan yaşamadığı gelecekle ilgili beklentiler yaratmakla öylesine meşguldür ki, anı ve o anın içerdiklerini beklenti yaratmak yani hayal kurmakla harcadığının farkında değildir.
Anı yaşamak yerine geçmişi anmayı ve geleceği kurgulamayı tercih eden insan kurgularına ya da anılarına köle değil midir?

Böylesi bir ikili ilişkide yaşanabilecek bir birliktelikten söz etmek yanlıştır. Yaşanabilecek olan şey ise ancak ve ancak... Eleştirenin; hem kendi bedeninde, hem de eleştirdiğinin bedeninde yaşama arzusudur.

Burada eleştirenin eleştirilmesi ise olanaksızdır.
Çünkü eleştirene yöneltilen eleştirinin kaynağı, yaratılmış olan imaja aykırıdır. Değil mi ki eleştiri yaratılmış imaja aykırı biri tarafından yöneltilmiştir; doğruluğu, tartışılmasına gerek bile olmaksızın reddedilmesi gereken bir eleştiridir.

Temel mekanizma ise yaratma yeteneğinin ideal dışında bir şey yaratamayacağı sanrısından gelir. Bir anlamda bu sanrı doğrudur aslında. Yaratılanın yaratana ait olması sebebiyle yaratılanla çelişmesi olası değildir ve yaratılan yaratan için idealdir. Ama yaratan tek değildir ki! Çok yaratan olunca çok da yaratılan olur ve sonuçta her yaratan için ideal yaratılanların bolluğunda yaşanan bir kaos doğar.

(Bu yazıda kullanılan YARATAN’ın Allah'la, YARATILAN’ın ise insanla ilgisi yoktur. YARATAN insandır ve YARATILAN da beklentilere dayalı imajlar.)


İsa Harutyun KUYUMCU

İyi Kötü


Her ne kadar görece olduğu inkâr edilemez kavramlar da olsalar, iyi ya da kötü dediğimiz her şeyi sonuçlara göre tanımladığımız şüphe götürmez bir gerçektir.
Yani; herhangi bir şeyi sebep olduğu ve/veya doğurduğu duruma göre değerlendirir ve adlandırırız. Aslında eylemlere değil, oluşturdukları sonuçlara iyi ya da kötü deriz.
Çekiçle vurma eylemi mesela. Cevize vurursak, besleyici bir sonucu olması sebebiyle iyidir. Vazoya vurursak, yok eden bir sonuca yol açtığı için kötüdür. Her iki durumda da kullanılan alet ve güç miktarı aynıdır.
Bu durumu etki ve etkileyen yönünden gözlemlediğimizde yukarıdaki durum söz konusu. Peki, etkilenen açısından da ele alırsak benzer bir şekilde farklı sonuçlar elde edilebilir mi?
Evet. Yine çekiçle vuralım, ama bu kez de cama. Eğer alelade bir pencere camına vurursak darmadağın olur ve bu durum kötüdür. Ama aynı çekiç ve aynı güç sertleştirilmiş cam üzerinde tamamen etkisiz kalacaktır ve bu durumu da yol açtığı sonuç itibarı ile değerlendirmemiz gerekirse; sonuç anlamsızdır. Çünkü hiçbir şey değişmemiştir.
İnsan ilişkilerinde de durumun değişkenleri daha fazla da olsa aynıdır.
Sokağa çıkıp önümüze çıkan herkese aynı tonlamayla aynı kelimeyi söylesek, herkesin farklı tepki vereceği kesindir.
Ancak, tüm değişkenlere rağmen bir sabit de söz konusudur. Sabit, etkinin gerekliliğidir. Her hangi bir sonuç elde edebilmek için mutlaka gerekli olan tek şey etkidir. Etki yoksa sonuç da yoktur.
Sonuç yoksa, İYİ ya da KÖTÜ kavramları da var olamaz!
Peki, ama maddi olmayan durumlar söz konusu olamaz mı? Düşünsel boyutta iyilik ya da kötülükten bahsedilemez mi? Böyle bir durumun olabilirliğini kabul etmek sonucu olmayan şeylerin de kötü olabileceğini kabul etmemize sebep olur ki, bu da yukarıdaki önermeyle çelişir.
Bu çelişkiden kurtulmanın iki yolu olabilir. Ya ilk önermeden vaz geçmek, ya da düşünsel boyutta sonuçların oluşabileceğini kanıtlamak.
Diyalektik bize sentezin tez ve antitezden türediğini ve her sentezin aynı zamanda bir tez olduğunu söyler. Tez söz konusu olduğunda ise her antitezin senteze yol açacağı kesindir.
Bu durum düşünsel boyutta da böyledir. Hiçbir düşünce tek başına varlığını sürdüremez. Mutlaka bir antitezi vardır ve sentez türetir. Daha önce dediğimiz gibi her sentez türediği an tez niteliği kazanır.
Daha basit bir anlatımla, 1 bir sayıdır ve 2 de bir sayıdır. Bunları toplarsak 3ü elde ederiz ki 3 bir sonuçtur ama türediği an bir sayı niteliği kazanır ki zaten elimizde olan diğer sayılar olan 1 ve 2 den herhangi biriyle etkileşerek yeni bir sayının, yani sentezin türemesine sebep olur.
Düşüncelerimizi, düşünme sistemimizi detaylı bir şekilde gözlemleyebilirsek, yukarıdaki açıklamaya ne denli uygun olduğunu fark ederiz.
Tamamen hayalî bile olsa, aklımızda bir düşünce belirdiğinde son derece hummalı bir reaksiyon başlar. Bu düşünce üremeye ve gelişmeye başlar. Tüm yaşamımız aslında bu tür üretmelerle süregitmektedir.
Eğer üretimde eğilim, antitez olarak olumlu düşünceleri kullanmaksa sentezler de olumlu yönde gelişecek ve nihayetinde karakter dediğimiz ve uyguladığımız etkilere, dolayısı ile de oluşabilecek sonuçlara yol açan niteliğimizi de olumlu şekillendirecektir.
Aksi durumda ise, antitez olarak kullanılan olumsuz düşünceler karakterimizi olumsuz şekillendirecektir.
Buraya kadar tanımladığımız durum fiziksel bir etki ve/veya tepkiye yol açmadığı için düşünsel boyutta üretilen hiçbir sentezi (kendimizde olmadığı sürece) iyi ya da kötü olarak adlandıramayız, çünkü deneyimleyemez ve dolayısı ile de niteleyemeyiz.
Ancak, bu sentezler kendimizde gerçekleşmekte ise durum değişmektedir. Kişi çok net olarak, düşüncelerinde gerçekleşmekte olan olumsuz sentezlerin kendi bakış açısı ve gündelik yaşamı üzerindeki olumsuz etkilerinin farkındadır.
Örnek vermek gerekirse:
Kıskançlık gibi bir duyguyu açığa çıkaran düşünce yapısı, kişinin kendi yaşamını sürdürmek için gerçekleştirmesi gereken eylemlerinde atalete yol açacağı, yaşamının büyük bir kısmını işgal ederek kişisel yaşam kalitesini düşüreceği herkesin malumudur.
Ya şehvet duygusunu veya tamahkârlığı açığa çıkaran düşünce yapıları?
Bunlar ve benzeri düşünce yapıları dışa yansıtılmazsa toplumda gözlemlenmesi kolay bir etkiye sebep olamayacağı için iyi ya da kötü olarak adlandırılamayacaktır. Ama ya o düşünce yapılarına sahip olan insanlar için durum nedir?
Düşünsenize, kıskanç biri kahvaltı ederken, sevdiğinin bir başkasıyla olduğu düşüncesi aklına takılırsa… Kahvaltıya devam edemez, nabzı yükselir, tansiyonu yükselir, ne yapacağını bilemez bir şekilde sağa sola seğirir vs.
Şehvet de benzer bir mekanizmaya sahiptir. Biriyle ilgili şehevi duyguları depreştiğinde insan adeta hiçbir şey yapamaz hale gelir. Duygulara obje olan şey saplantı halini alır, kıskançlığa benzer şekilde nabız ve tansiyon yükselir, doğru düşünme yetisini kaybeder vs.
Tamahkâr birinin, komşusunun kendisinden daha iyi bir televizyona sahip olduğunu öğrendiği an da olan aynı şehvet veya kıskançlıkta gerçekleşenlerdir.
Bu örnekler dışa yansıtılan eylemler içermeseler bile görece dışa yansıtıldığını söyleyebileceğimiz bir odağa, düşünce sahibinin bedenine yansıtılır. Yaşamın akışının doğrusallığını bozan sonuçlara yol açar.


Şimdi siz karar verin! Düşünce iyi ya da kötü olabilir mi?

12 Şubat 2015 Perşembe

Hıristiyan, günah ve hıristiyan yaşamı (1)

Kutsal kitaptan bu ayetleri
1. Yuhanna 3 Günah işleyen, yasaya karşı gelmiş olur. Çünkü günah demek, yasaya karşı gelmek demektir.
Özet: Günah yasaya aykırılıktır.
1.Timoteos 19-10 Çünkü biliyoruz ki, Yasa doğrular için değil, yasa tanımayanlarla asiler, tanrısızlarla günahkârlar, kutsallıktan yoksunlarla kutsala karşı saygısız olanlar, anne ya da babasını öldürenler, katiller, fuhuş yapanlar, oğlancılar, köle tüccarları, yalancılar, yalan yere ant içenler ve sağlam öğretiye karşıt olan başka ne varsa onlar için konmuştur.
Özet: Yasa günahkarlar içindir.
Efesliler 214-16 Çünkü Mesih’in kendisi barışımızdır. Kutsal Yasa’yı, buyrukları ve kurallarıyla birlikte etkisiz kılarak iki topluluğu birleştirdi, aradaki engel duvarını, yani düşmanlığı kendi bedeninde yıktı. Amacı bu iki topluluktan kendisinde yeni bir insan yaratarak esenliği sağlamak, düşmanlığı çarmıhta öldürmek ve çarmıh aracılığıyla bir bedende iki topluluğu Tanrı’yla barıştırmaktı
Özet: Yasa Tanrı ve insanı ayırır.
Galatyalılar 518 Ruh’un yönetimindeyseniz, Yasa’ya bağımlı değilsiniz.
Özet: Hıristiyan yasadan özgürdür.
Galatyalılar 310 Yasa’nın gereklerini yapmış olmaya güvenenlerin hepsi lanet altındadır. Çünkü şöyle yazılmıştır: “Yasa Kitabı’nda yazılı olan her şeyi sürekli yerine getirmeyen herkes lanetlidir.”
Özet: Yasa karşısında temiz olmak mümkün değildir.
Galatyalılar 319 Öyleyse Yasa’nın amacı neydi? Yasa suçları ortaya çıkarmak için antlaşmaya eklendi. Vaadi alan ve İbrahim’in soyundan olan Kişi gelene dek yürürlükte kalacaktı. Melekler yoluyla, bir aracı eliyle düzenlendi.
Özet: Çünkü yasa yanlışı tanımlamak üzere var kılındı.
Galatyalılar 325 Ama iman gelmiş olduğundan, artık Yasa’nın denetiminde değiliz.
Özet: Yanlışını ve yanlışlığını kabul eden yasadan özgürdür.
2. Korintliler 36 O bizi yazılı yasaya değil, Ruh’a dayalı yeni bir antlaşmanın hizmetkârları olmaya yeterli kıldı. Yazılı yasa öldürür, Ruh ise yaşatır.
Özet: Bedende değil, ruhta sünnetlilik.
Romalılar 7 7  Öyleyse ne diyelim? Kutsal Yasa günah mı oldu? Kesinlikle hayır! Ama Yasa olmasaydı, günahın ne olduğunu bilemezdim. Yasa, “Göz dikmeyeceksin” demeseydi, başkasının malına göz dikmenin ne olduğunu bilemezdim.
Özet: Tanım günahı doğurmaz, açıklar.
Romalılar 7 8 Ne var ki günah, bu buyruğun verdiği fırsatla içimde her türlü açgözlülüğü üretti. Çünkü Kutsal Yasa olmadıkça günah ölüdür.
Özet: Tanımlanmamış olan yoktur.
okuyunca günah ve günahlılık kavramını yeniden mi değerlendirmek gerekir diye düşündüm ve sonuç aşağıda.
Bu metine başlarken sürekli kullanacağım bir kelimenin metinde kullanılış anlamını özellikle belirtmek gerekiyor. Çünkü bu kelimeyi kullanılageldiği anlamında kullanmıyorum. Kelime “HIRİSTİYAN”. Kullandığım anlamı ise şöyle: İsa’nın öğretilerini yapan değil yaşayan kişi.
Günah nedir veya günah var mıdır?
Günah kelimesiyle tanımlanmış bir durum, bir eylem veya olgu varsa; günahın niteliğini tanımlamak için kullanılan kurallar (yasa) da var olmalıdır.
Kurallar (yasa) var ise; özü “yasadan özgür olmak” olan Hıristiyanlık, ya kendi içinde çelişkidedir, ya da çok az kişi dışında Hıristiyan yoktur.
İsa’nın yaşamı: Yetkinliğin, Etkinliğin, Bilgeliğin maddeleşmiş halidir.
Maddi olarak yetkindir:
Hastaları sağaltabilmiştir, doğa olaylarının olağan süreçlerini değiştirebilmiş veya kesintiye uğratabilmiştir, vs. vs.
Maddi olarak etkindir:
Yemiş, içmiş, yaşamış, iletişim kurmuş, yardım etmiş, talep etmiştir, vs. vs.
Maddi olarak bilgedir:
Maddi dünyada madde olarak var olmuş, varlığını sürdürmüş, varlığı sona ermiştir ama maddeye bağımlı olmamıştır. Dünyada olmuş ama dünyanın olmamıştır.
Her vaftizli vaftizdeki yağla kutsanma nedeniyle mesihtir.  Ama kendisine Hıristiyan denen veya kendisine Hıristiyan diyen her kes Hıristiyan değildir.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi Hıristiyan kelimesini tüm mevcut anlamlarından bağımsız olarak İsa’nın öğretilerini yaşayan bireyler için kullanıyoruz. İsa’nın öğretilerini yapanlar için değil.
Çünkü, İsa’nın öğretilerini yapanlar için bu öğretiler yasaya dönüşmüştür. Koloseliler 2 20-21 Mesih’le birlikte ölüp dünyanın temel ilkelerinden kurtulduğunuza göre, niçin dünyada yaşayanlar gibi, “Şunu elleme”, “Bunu tatma”, “Şuna dokunma” gibi kurallara uyuyorsunuz?  “Yasadan özgürlük”’ü vahyeden ve vazeden İsa’nın bahsettiği “Yasadan özgürlük” yasaya dönüşmüştür. Mevcut düzende ademoğulları İNSAN olmayı değil, insanlık yapmayı arzular olmuştur. Yazılarda Havari Petrus’un hikayesi bu durumun en güzel örneklerinden birini resmeder. Pentekost’a kadar İsa’nın öğretilerini yapmaya çalışan, sonrasında ise yaşayan biri vardır Havari Petrus’da.
Matta 2633 Petrus O’na, “Herkes senden ötürü sendeleyip düşse de ben asla düşmem” dedi. Matta 2635 Petrus, “Seninle birlikte ölmem gerekse bile seni asla inkâr etmem” dedi. Öğrencilerin hepsi de aynı şeyi söyledi. 
Ayetlerinde “inkar etmem” diyen Petrus, 
Matta 2674 Petrus kendine lanet okuyup ant içerek, “O adamı tanımıyorum!” dedi. Tam o anda horoz öttü75 Petrus, İsa’nın, “Horoz ötmeden beni üç kez inkâr edeceksin” dediğini hatırladı ve dışarı çıkıp acı acı ağladı. 
İsa yargılanırken İsa’yı inkar etmiştir. Pentekost’tan sonra ise tapınağın kapısındaki kötürüm dilenciye sarfettiği cümle ne demek istediğimizi çok iyi açıklamaktadır. 
Elçilerin İşleri31Bir gün Petrus’la Yuhanna, saat üçte, dua vaktinde tapınağa çıkıyorlardı. 2 O sırada, doğuştan kötürüm olan bir adam, tapınağın Güzel Kapı diye adlandırılan kapısına getiriliyordu. Tapınağa girenlerden para dilenmesi için onu her gün getirip oraya bırakırlardı. 3 Tapınağa girmek üzere olan Petrus’la Yuhanna’yı gören adam, kendilerinden sadaka istedi. 4 Petrus’la Yuhanna ona dikkatle baktılar. Sonra Petrus, “Bize bak” dedi. 5 Adam, onlardan bir şey alacağını umarak gözlerini onların üzerine dikti. 6 Petrus, “Bende altın ve gümüş yok, ama bende olanı sana veriyorum” dedi. “Nasıralı İsa Mesih’in adıyla, yürü!” 7 Sonra onu sağ elinden kavrayıp kaldırdı. Adamın ayakları ve bilekleri o anda sapasağlam oldu. 
Bende altın ve gümüş yok………Dünyadayım ama dünyanın değilim. BİLGELİK
ama bende olanı sana veriyorum……...... Yapmıyor, yaşıyor. ETKİNLİK
Nasıra'lı İsa Mesih’in adıyla, yürü…….....Sağaltıyor. YETKİNLİK
Başa dönecek olursak; Günah, İsa’nın öğretilerini (İsa’yı) yaşamak dışında her şeydir. İsa’nın öğretilerini (İsa’yı) yaşamamaktır. Nitekim yazılmıştır:  "Yuhanna12 46 Bana iman eden hiç kimse karanlıkta kalmasın diye, dünyaya ışık olarak geldim. 47 Sözlerimi işitip de onlara uymayanı ben yargılamam. Çünkü ben dünyayı yargılamaya değil, dünyayı kurtarmaya geldim. 48 Beni reddeden ve sözlerimi kabul etmeyen kişiyi yargılayacak biri var. O kişiyi son günde yargılayacak olan, söylediğim sözdür.” 
Ve başka bir yerde de:
"Yuhanna3 19 Yargı da şudur: Dünyaya ışık geldi, ama insanlar ışık yerine karanlığı sevdiler.”
Beni reddeden ve sözlerimi kabul etmeyen kişiyi yargılayacak biri var.
O kişiyi son günde yargılayacak olan, söylediğim sözdür.
Bu iki cümleden elde edilen sonuç:
 “(yargılayacak biri) YARGIÇ=SÖZ (söylediğim söz)” ‘dür.
SÖZ ise “insanlar ışık yerine karanlığı seçtiler.”’dir.
İsa günahkar veya günahsız insandan bahsetmiyor. Yargıya müstahak olarak günah dediğimiz olgulardan bahsetmiyor. Tüm bunların ışığında günahı tanımlayacak tek yasanın ışık veya karanlığın seçilmesi olduğu sonucuna varabiliriz. Yargı ise seçimin doğal sonucudur.
Duyu ve algılarımız açısından değerlendirirsek; Işık var edendir. Çünkü ışık varsa görürüz ve var olanın varlığının farkındalığına sahip oluruz. Oysa ortam karanlıksa, yani ışık yoksa göremeyiz ve var olanın varlığının farkındalığına sahip olamayız.
Gündelik hayatımızdan bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:
Devlet, elektrik idaresi aracılığıyla evinize elektrik verir. Anahtarı açmak veya kapamak sizin özgür iradenize kalmıştır. Açarsanız, aydınlanırsınız. Ki bu durum asla “Aydınlatan, devlettir veya elektrik idaresidir.” sonucunu doğurmaz. Keza aynı şekilde anahtarı açmazsanız aydınlanamazsınız. Ki bu durum da asla “Aydınlatmayan veya karartan, devlettir veya elektrik idaresidir.” sonucunu doğurmaz.
Devlet:                   Enerjinin sahibi olan Baba’dır.
Elektrik idaresi:     Enerjiyi sahibi olan Baba’dan vatandaşa kullanılabilir halde ulaştıran Oğul’dur.
Enerji:                   Ruh’tur.
Anahtar:                Seçimlerimizin kaynağı olan irademizdir.
Ampul:                  Biziz.
Anahtarı açmak Hıristiyanlık, anahtarı kapamak ise günah, inkâr ve/veya hangi terimi kullanırsanız kullanın kendinizi karanlığa mahkûm etmektir.
Baba ebedi olduğu gibi, kaynağı olduğu Ruh da ebedidir ve keza Oğul da, irademiz ile kabul ederek bizi iyi işlerimiz ile ışıtacak olan Ruh’la aramızdaki uyum sorununu ortadan kaldıran ebedi yetkidir.
Matta 516 Sizin ışığınız insanların önünde öyle parlasın ki, iyi işlerinizi görerek göklerdeki Babanız’ı yüceltsinler!”
Burada bahsedilen ışık bizim ışığımız değildir. Aynı ampulün kendisinin ışık kaynağı olmadığı ve ışımak için elektriğe ihtiyaç duyduğu gibi, ve hatta ışırken bile kendi öz niteliği olan “ışık kaynağı olmama” özelliğini sürdürdüğü gibi, biz de ancak ve ancak irademizle Oğul’a “amin” diyerek Ruh’un bizde işlemesine olanak tanır ve ışık saçar hale geliriz. Aydınlatan biz değiliz. Bizde işleyen Ruh’tur. Biz ışık kaynağına dönüşmeyiz ama Ruh aracılığıyla çevremizi aydınlatırken kendi karanlık doğamızı da yaşayamayız.
Bu örnekte dikkat edilmesi önemle gerekli olan şey, iyi işlerimizden dolayı ıştmadığımızdır. Işıttığımız için iyi işlerimiz olur. Ve ışıtmamız da enerjiyle (Ruh’la) mümkündür.
Tüm bilgi birikimimiz bize bir ampulün ışımak için bir başka ampule bağlı veya bağlı olmadığını öğretmiştir. Her ampul ışımak için aynı enerjiye bağlanmak zorundadır ama anahtarı açılmadıkça bir başka ampulün ışıtıyor olması anahtarı açılmamış olan ampulün ışımasını sağlamaz.
Bir odada milyonlarca ampul düşleyin. İçlerinden anahtarı açılmış olan olmadığı sürece hiç biri ışımayacaktır ve doğal olarak da oda karanlık olacaktır. Bu karanlık odada milyonlarca ampul vardır ama hiç biri görülememektedir, çünkü oda karanlıktır. Yani varlıklarının farkındalığı mümkün değildir. Ancak içlerinden her hangi bir tanesinin anahtarının açılıp ışımaya başlaması tümünün varlıklarının farkındalığını mümkün kılar ve ayrım yaratır. Işıyan ve ışımayanlar.
Romalılar820Çünkü yaratılış amaçsızlığa teslim edildi.
_Aynı odadaki milyonlarca ampulün ışıtmamayı tercih etmesi hali.
Romalılar820Bu da yaratılışın isteğiyle değil,
_Çünkü ampul doğası gereği enerjiye bağlanarak ışıtmak için yapıldı.
Romalılar820onu amaçsızlığa teslim eden Tanrı’nın isteğiyle oldu.
_Çünkü Baba insanı özgür yarattı. Ruh’a bağlanmanın yolu olarak “amin” gereklidir ve aminin olmaması halinde amaçsızlığa terkedilmiş yaratılış Allah’ın gazabını değil kendi seçiminin sonucu olan karanlığı yaşamaktadır. Anahtarı açmadığı için ışımamaktadır. Yoksa devlet elektriği kesmemiştir.
Romalılar821Çünkü yaratılışın, yozlaşmaya köle olmaktan kurtarılıp Tanrı çocuklarının yüce özgürlüğüne kavuşturulması umudu vardı. 
_Anahtarını açarak ışıyan ampulün diğerlerini aydınlatması ama ışımalarını sğlamaması ayrımı gibi, amin diyen Tanrı çocuklarının yaratılış amaçlarını yaşayarak tam olmalarını sağlar ve tam olmayanların karanlığını açığa çıkarır. Ama onları tam kılmaz.
Yazının başında bahsettiğimiz “çok az kişi dışında Hıristiyan yoktur” cümlesinin gerekçesi budur. Hıristiyan milyonlarca ışımayan ampul arasındaki ışıyan ampuldür.
I Yuhanna3 9 Tanrı’dan doğmuş olan, günah işlemez. Çünkü Tanrı’nın tohumu onda yaşar. Tanrı’dan doğmuş olduğu için günah işleyemez.
Bu ayette birbirleriyle sebep sonuç ilişkisi içinde üç farklı şeyden söz ediliyor.
1.        Tanrı’dan doğmuş olan, günah işlemez.
2.        Çünkü Tanrı’nın tohumu onda yaşar.
3.        Tanrı’dan doğmuş olduğu için günah işleyemez.
Bunları yine ampul örneğimize uyarlayalım:
Sondan başlayalım. Çok radikal bir önerme var burada. “Günah işleyemez” diyor ayet. Zor ya da anlaşılmaz ya da kabul edilemez mi görünüyor bir âdemoğlunun günah işleyememesi. Yoksa Tanrı tarafından satın alınarak köleleştirilmiş bir irade mi söz konusu? Aslında bu soru ve/veya kaygıları yaratan şey bizim ayetin “Tanrı’dan doğmuş olduğu için” kısmını mutlak ve değişmez kabul etmemizden kaynaklanıyor.
Tanrı’dan doğmuş olmak demek, aminle anahtarı açmış olmak demektir. İrademizle Ruh’un bizde işlemesine izin vermiş olmak veya işlemesini kabul etmiş olmak demektir. Bir ampul enerjilendiğinde ışır verir aydınlatır. Başka bir durum söz konusu olamaz. Bu çok önemli bir kelime “olamaz”. Işımaması ve aydınlatmaması ancak ve ancak tek bir şekilde mümkündür; Anahtarı kapatmak. Ki böyle bir olasılık her zaman vardır ve Tanrı’dan doğmuşluğun inkarı demektir.
Özetle: Anahtar açıksa enerji vardır ve aydınlatır. Başka bir olasılık yoktur. Amin demişse Tanrı’dan doğmuştur, Ruh onda çalışır ve günah işleyemez. Başka bir olasılık yoktur. Aydınlıksa karanlık olamaz.
İkinci maddeye bakarsak göreceğiz ki Tanrı’dan doğmuş olan Tanrı’nın tohumunun onda yaşadığı kişidir. Tanrı’nın tohumu Ruh’tur biz ademoğulları için. Elektriktir ampul için. Anahtarı açmışsak, amin demişsek enerji üzerimizden aktığı sürece, Ruh bizde işlediği sürece Tanrı’nın tohumu bizde yaşar.
Bu sebepledir ki Havari ayetin birinci bölümünde “günah işlemez” diyor. Burada fiilin olayın iradi bir şey olduğunu çağrıştırmasına rağmen, günah işlememe hali iradi bir durum değildir. Çünkü karanlık yoksa ışık vardır gibi günah yoksa iyi işler vardır ve biliriz ki hiç kimse kendinden iyi işler yapamaz. Bu durumu, iyi işler yapma durumunu, günah işlememe durumunu, ışığımızın parlaması durumunu oluşturan şey Ruh’tur ve Ruh’un işlemesi ile ilgili bizden kaynaklı tek bir iradi eylem söz konusudur. O da “amin”’imizdir.
Şu ana kadar söylediğimiz ve örneklediğimiz her şey günah denilen şeyin özgür irade ile anahtarı kapamak veya açmamak olduğunu gösterir. Bunun yasa veya kurallarla tanımlanır hiçbir yanı yoktur.
Aslında ilk günah dediğimiz, Adem ve Havva’nın yaptığı da buydu.
Anahtarı açık tutsalar yiyemezlerdi. Anahtarı kapadılar ve kendileriyle kaldılar. Kendileriyle kaldıklarında, iyi ve kötü, doğru ve yanlış hakkında da kendileri karar vermek durumunda kaldılar. Bu da yanlış karara yol açtı. Fakat asıl sorun savunmalarını yaparken de anahtarı kapalı tuttular ve sonuç felaket oldu. Yasak meyveyi yedikten sonra anahtarı açsalardı tövbe edebilirlerdi. Buradaki sorun, anahtarı tekrar açmaktan imtina etmeleriydi ki bu da yine ampul ve elektrikle açıklanabilir.
Anahtar açık olduğu ve ampul ışıdığı sürece elektrik ampul üzerinde ampulü zorlamayan sabit bir yük oluşturur. Ancak anahtarın ilk açıldığı anda normal yükün yaklaşık üç katı bir yük oluşur ampul üzerinde ve doğal olarak da bu yük bir darbe gibi gerçekleşir. İnsan ve elektrik ilişkisinde de yaklaşık aynı durum söz konusudur. Başka bir yere değmeden elektriğe dokunan biri ilk temas anında bir darbe yemiş gibi olur. Ancak kararlılıkla elektrikle olan bağlantısını sürdürürse darbe tekrarlanmaz, tutan zarar görmez ancak vücudunun her yerinde de elektrik vardır.
İşte ademoğlu her günahtan sonra bu darbeden korkusu sebebiyle anahtarı açmaktan, tövbe etmekten, amin demekten imtina etmekte ve amaçsızlığa terk edilmiş olan yaratılışın parçası olarak kalmaktadır.
Özetle anahtar açık olduğu sürece karanlık mümkün değildir.
Tanrı’dan doğmuş olduğu için günah işleyemez.
Anahtar kapalı olduğu sürece de aydınlıktan söz edilemez.
Peki ama pek çoğumuz öylesine büyük bir karanlıkta yaşıyor ve öylesine cahiliz ki, ne anahtarın yerini biliyoruz, ne de nasıl açacağımızı.
İşte burada cemaat önem kazanır. Yoksa daha önceki tüm örneklerimiz Hıristiyanlığın bireysel olduğunu çok net açıkladı. Ama Hıristiyan olabilmek veya Hıristiyan’a dönüşebilmek veya daha radikal bir söylemle bu hayatta, burada, şimdi ebedi hayata doğabilmek için cemaate ihtiyaç vardır. Hıristiyan olarak anılması ismen ve şeklen de olsa, Hıristiyan bir toplum, yani kilise rahim görevi görür. Burada rahim olarak andığımız kavram çağlar boyunca çok farklı isimlerle anıldı ancak hepsinin de işlevi aynıydı. Aden, Dünya, Ararat, Mısır, Çöl, İsrael, Kilise vs. vs. Tüm bu adlar Allah’ın kendi benzeyişinde yarattıklarının ebedi hayata doğmadan önce, ebedi hayata uyum gösterebilecek olgunluğa erişene dek yaşadıkları rahimdir. Algılarımız ve duyularımızla deneyimlediğimiz bu hayatta da olduğu gibi bu rahimde gerçekleşen her gebelik normal doğumla sonuçlanmaz. Çok sayıda düşük, özürlü, engelli, prematüre, obez vb. normal dışı doğum vardır. Çok yüzeysel ve acele bir örnek gerekirse; kiliseyi terk edenleri düşüklere benzetebiliriz.
İnsanın diğer canlılardan en büyük farkı ve üstünlüğü, bireysel olarak deneyimlemeden, deneyimlemiş olanların birikimlerinden yararlanabilmesidir. Örneği yine ampulden verebiliriz. Mesleği olmadığı sürece genelde hiç kimse ampulün nasıl çalıştığını bilmez ama Edison’un binlerce deneyi sonucu ortaya çıkan birikimden en üst düzeyde yararlanır. Bu anlamda adına Kutsal Kitap dediğimiz, ebedi hayata doğuş deneyimlerinin bir külliyesine sahibiz.

Kutsal kitapta bahsi geçen deneyimler öylesine çeşitlidir ve öylesine farklı yöntemler içermektedir ki, tek bir insanın kavraması ve içselleştirmesi çok zordur. Bu zorluğu kolaylaştırmada ise cemaatin kolektif bilinci ve yaşamı devreye girer.