Var olmak ya da olmamak konusundaki tüm düşünceler ve tartışmalar bana bir fıkrayı anımsatır:
"-Felsefe öğretmeni sınıfa sandalyenin var olmadığının kanıtlanması konulu bir ödev verir.
Tam puanı alan yanıt şu iki kelimeyi içermektedir: -hangi sandalye?"
Ben de bu yaklaşımı benimseyerek diyorum ki:
- Var olduğunu kabul eden var oluşun tüm nimet ve gazaplarından nasiplenir. Ancak kabul etmeyenlerin sevinci ya da üzüntüsü ne anlam taşır?
15 Aralık 2011 Perşembe
Karanlığa kahretmekten yeğdir bir mum yakmak.
Bu sabah çook uzun süren bir ümitsizlik dönemini yıkan olayların belki de sonuncusunu yaşadım. Mutluyum.
Ümitsizdim, çünkü insanoğlu İncilde yazıldığı gibi amaçsızlığa terkedilmişçesine sürükleniyordu yaşam denilen döngüde. Kahreden ise bu sürüklenmenin doğal gidişata göre değil de, insanların kendi yarattıkları yalan istikballere doğru olmasıydı.
Ve ben bu gidişattan biraz korku, biraz tiksinti, vb. sebeplerle insanlarla ilişkilerimi minimize edip asosyal bir yaşam sürmeye başlamıştım.
Kızım doğdu sonra, Candan Erçetin'in şarkısındaki melekti o. Onda hayatın varoluşunu, gelişmesini ve o gelişmedeki rolümün ne denli önemli olduğunu gördüm.
Sonra 35 yıldır görüşmediğim bir arkadaşımı buldum. (İstanbul Rumları ve Göç Edenler sayfası üyelerinden Nazaret Davityan sayesinde.) O arkadaşımda ise aslından soyunmadan ve aslından soyunmalarını talep etmeden tüm insanları kabul edecek bir yürek gördüm.
Ve sonra İstanbul Rumları ve Göç Edenler sayfası!..
Her sabah günaydın diyen bir adam Face'de; Tanas'mış adı?..
Sonra bir kahvaltı daveti...
Daha sonrasında ise "Dünyada ve insanoğlunda görmek istediğine bakıyorsun, oysa karındaş olmadan kardeş olabilenler de var" diyen bir buluşma.
Dedim ki kendi kendime: -Kızının geleceğini inşa etmek için verdiğin çaba aynı zamanda insanoğlunun karanlığına kahretmek yerine paylaşmak için de harcanabilir ve göreceksin ki ne denli boş bir ümitsizlik içindesin.
Ümitsizdim, çünkü insanoğlu İncilde yazıldığı gibi amaçsızlığa terkedilmişçesine sürükleniyordu yaşam denilen döngüde. Kahreden ise bu sürüklenmenin doğal gidişata göre değil de, insanların kendi yarattıkları yalan istikballere doğru olmasıydı.
Ve ben bu gidişattan biraz korku, biraz tiksinti, vb. sebeplerle insanlarla ilişkilerimi minimize edip asosyal bir yaşam sürmeye başlamıştım.
Kızım doğdu sonra, Candan Erçetin'in şarkısındaki melekti o. Onda hayatın varoluşunu, gelişmesini ve o gelişmedeki rolümün ne denli önemli olduğunu gördüm.
Sonra 35 yıldır görüşmediğim bir arkadaşımı buldum. (İstanbul Rumları ve Göç Edenler sayfası üyelerinden Nazaret Davityan sayesinde.) O arkadaşımda ise aslından soyunmadan ve aslından soyunmalarını talep etmeden tüm insanları kabul edecek bir yürek gördüm.
Ve sonra İstanbul Rumları ve Göç Edenler sayfası!..
Her sabah günaydın diyen bir adam Face'de; Tanas'mış adı?..
Sonra bir kahvaltı daveti...
Daha sonrasında ise "Dünyada ve insanoğlunda görmek istediğine bakıyorsun, oysa karındaş olmadan kardeş olabilenler de var" diyen bir buluşma.
Dedim ki kendi kendime: -Kızının geleceğini inşa etmek için verdiğin çaba aynı zamanda insanoğlunun karanlığına kahretmek yerine paylaşmak için de harcanabilir ve göreceksin ki ne denli boş bir ümitsizlik içindesin.
Etiketler:
arkadaş,
aydınlık,
bilme,
çocuk,
insan,
inşa etmek,
kahretmek,
karanlık,
kardeşlik,
karındaş,
mum,
paylaşmak,
ümit,
ümitsizlik,
yaşam
ÖLÜM MÜ? O DA NE?
Bir kişi daha öldü.
Bu benim tanıdıklarımdan biri ve bir kaza sonucu daünyadaki yaşamı terketti.
Ya tanımadığım kaç insan öldü acaba bu gün?
Ölüm!?..
Sordurmaz mı adama?
-Niye varım?
-Nereye gidiyorum?
-Maddi yaşamla sınırlı bir varlık mıyım?
-Allah'ın benim hayatımdaki rolü, etkisi, katkısı vs. vs. ne?
-Ölüm son mu?
-Son değilse Yargılanacak mıyım?
-Allah beni seviyorsa, hoşgörmeyecek mi zaaflarımı, zayıflıklarımı ve onların ürünlerini?
-.....................?
-.....................?
-.....................?
Bu benim tanıdıklarımdan biri ve bir kaza sonucu daünyadaki yaşamı terketti.
Ya tanımadığım kaç insan öldü acaba bu gün?
Ölüm!?..
Sordurmaz mı adama?
-Niye varım?
-Nereye gidiyorum?
-Maddi yaşamla sınırlı bir varlık mıyım?
-Allah'ın benim hayatımdaki rolü, etkisi, katkısı vs. vs. ne?
-Ölüm son mu?
-Son değilse Yargılanacak mıyım?
-Allah beni seviyorsa, hoşgörmeyecek mi zaaflarımı, zayıflıklarımı ve onların ürünlerini?
-.....................?
-.....................?
-.....................?
Büyümek ne ola ki?
Teşekkürler Yaradan'a.
Hayatımdan ve hayatım boyunca bana verdiklerinden ötürü.
Ama ben açgözlü bir çocuğum. Aldıklarımla (iyi kötü ayrımı olmaksızın) hiç yetinemedim.
Büyüdükçe var olanda ne kadar küçük olduğumu gördüm. Gördükçe büyümek istedim (istiyorum da). Ama ben büyüdükçe ve kavradıkça var olanın büyüklüğünü, sanki benden daha hızlı büyüdü var olan.
Dilerim herkes benim gibi büyüdükçe küçüklüğünün daha fazla farkına varıp daha çok büyümeyi arzulasın.
Hayatımdan ve hayatım boyunca bana verdiklerinden ötürü.
Ama ben açgözlü bir çocuğum. Aldıklarımla (iyi kötü ayrımı olmaksızın) hiç yetinemedim.
Büyüdükçe var olanda ne kadar küçük olduğumu gördüm. Gördükçe büyümek istedim (istiyorum da). Ama ben büyüdükçe ve kavradıkça var olanın büyüklüğünü, sanki benden daha hızlı büyüdü var olan.
Dilerim herkes benim gibi büyüdükçe küçüklüğünün daha fazla farkına varıp daha çok büyümeyi arzulasın.
HAYDİ HEP BERABER GERGEDANLARIN SOYUNU KURUTMAYA
Düşündüm ki: bilerek ve isteyerek ve hatta severek kaba konuşmaktan yeğdir, istemeden ve sevmeden de olsa iyi konuşmak.
Neden mi?
Neden olacak, kaba konuştukça çevreni kabalar sarıyor ve sen de doğal olarak kabalaşıyorsun.
İyi konuştukça tersi olacak biliyorum ve hatta iyi konuşanlar çoğaldıkça kaba konuşanların yaşam alanları yok olacak ve dinozorlar gibi soyları tükenecek.
Eugene Ionesco'nun Gergedan oyunundaki anlatı gerçekleşecek ama tersine. Gergedan'lar İnsan'a dönüşecek.
HAYDİ HEP BERABER GERGEDANLARIN SOYUNU KURUTMAYA
Neden mi?
Neden olacak, kaba konuştukça çevreni kabalar sarıyor ve sen de doğal olarak kabalaşıyorsun.
İyi konuştukça tersi olacak biliyorum ve hatta iyi konuşanlar çoğaldıkça kaba konuşanların yaşam alanları yok olacak ve dinozorlar gibi soyları tükenecek.
Eugene Ionesco'nun Gergedan oyunundaki anlatı gerçekleşecek ama tersine. Gergedan'lar İnsan'a dönüşecek.
HAYDİ HEP BERABER GERGEDANLARIN SOYUNU KURUTMAYA
14 Aralık 2011 Çarşamba
KOLAJ
Ey gönül! Kendine gel; "Zahmet çekmeye gücüm kuvvetim yok!" deme! Kendi saçma görüşlerinden vazgeç; sen, güçsüz değilsin!
Herkesin zahmetini bol bol çekiyorsun da, sende bulunan gizli hazineyi aramak zahmetine katlanmıyorsun! Bu; tembelliktir.
Mevlana
Eğer tembellik etmemişsen buna rağmen çok şey ters gidiyorsa
Her zorluğun sonunda doğan bir ışık vardır. Eğer elleriniz diken yaralarıyla kan revan içinde kaldıysa, güle dokunmanıza çok az kalmış demektir.
Mevlana
Tüm bu yazılanlara rağmen ümidini kaybetmişsen
Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi, yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır."
Platon
Herkesin zahmetini bol bol çekiyorsun da, sende bulunan gizli hazineyi aramak zahmetine katlanmıyorsun! Bu; tembelliktir.
Mevlana
Eğer tembellik etmemişsen buna rağmen çok şey ters gidiyorsa
Her zorluğun sonunda doğan bir ışık vardır. Eğer elleriniz diken yaralarıyla kan revan içinde kaldıysa, güle dokunmanıza çok az kalmış demektir.
Mevlana
Tüm bu yazılanlara rağmen ümidini kaybetmişsen
Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi, yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır."
Platon
ÖZGÜRLÜĞÜN KATİLİ
İnsanoğlunun özgürlüğünün kıstası beklentileridir.
Özgürlük beklentiyle ters orantılıdır. Beklentiniz iyi bile olsa kölesiniz.
Yaşamın her anı kendine özgü bir gerçektir.
Oysa insan yaşamadığı gelecekle ilgili beklentiler yaratmakla öylesine meşguldür ki anı ve o anın içerdiklerini beklenti yaratmak yani hayal kurmakla harcadığının farkında değildir.
Anı yaşamak yerine geçmişi anmayı ve geleceği kurgulamayı tercih eden insan kurgularına ya da anılarına köle değil midir?
Özgürlük beklentiyle ters orantılıdır. Beklentiniz iyi bile olsa kölesiniz.
Yaşamın her anı kendine özgü bir gerçektir.
Oysa insan yaşamadığı gelecekle ilgili beklentiler yaratmakla öylesine meşguldür ki anı ve o anın içerdiklerini beklenti yaratmak yani hayal kurmakla harcadığının farkında değildir.
Anı yaşamak yerine geçmişi anmayı ve geleceği kurgulamayı tercih eden insan kurgularına ya da anılarına köle değil midir?
Ne menem şeydir şu SEVGİ
Sevgi ne menem bir şeydir ki:
bir kişiyi ölümüne sevseniz eksiktir;
ailenizi ölümüne sevseniz eksiktir;
bir takımı, hemşehrilerinizi, ırkdaşlarınızı vs. vs. sevseniz ölümüne yine de eksiktir;
sevmek sevgidir, sevgi ise sevmek.
İnsan sevgiye dönüşmedikçe ya da bir başka deyişle her şeyi ama HER ŞEYi sevemedikçe sevgi sadece lafta kalacaktır.
Sevmek zor şeydir sevgi değilseniz.
Seven sevdiğini kurtarmak için sevmediğinin yokoluşu veya yokedilişini izleyebilir ve hatta katkıda bulunabilir.
Oysa sevgi her şeyi sevdiği için hiç bir şeyi hiç bir şey için feda edemez veya harcayamaz. Tek şey vardır feda edebileceği... KENDİSİ
SEVENLER DEĞİL SEVGİ OLABİLMENİZ İÇİN DUA EDECEĞİM
KALIN SAĞLICAKLA, İYİ GECELER.
bir kişiyi ölümüne sevseniz eksiktir;
ailenizi ölümüne sevseniz eksiktir;
bir takımı, hemşehrilerinizi, ırkdaşlarınızı vs. vs. sevseniz ölümüne yine de eksiktir;
sevmek sevgidir, sevgi ise sevmek.
İnsan sevgiye dönüşmedikçe ya da bir başka deyişle her şeyi ama HER ŞEYi sevemedikçe sevgi sadece lafta kalacaktır.
Sevmek zor şeydir sevgi değilseniz.
Seven sevdiğini kurtarmak için sevmediğinin yokoluşu veya yokedilişini izleyebilir ve hatta katkıda bulunabilir.
Oysa sevgi her şeyi sevdiği için hiç bir şeyi hiç bir şey için feda edemez veya harcayamaz. Tek şey vardır feda edebileceği... KENDİSİ
SEVENLER DEĞİL SEVGİ OLABİLMENİZ İÇİN DUA EDECEĞİM
KALIN SAĞLICAKLA, İYİ GECELER.
SEVİYORUM
Ne kadar kolay?..
"SEVİYORUM"
Da?!..
Kimi?
Dediğim şu:
-Herkesi.
Ya aslı;
Sadece kendimi!..
İşte bundandır Sevilmeyi isteyişim...
Çünkü hep eksik kalır
Kendimi sevişim...
"SEVİYORUM"
Da?!..
Kimi?
Dediğim şu:
-Herkesi.
Ya aslı;
Sadece kendimi!..
İşte bundandır Sevilmeyi isteyişim...
Çünkü hep eksik kalır
Kendimi sevişim...
FARKINDALIK
Ne anormal bir varoluştur bu? Aynı anda üç hali de yaşamak..
Yaşamak çünkü yaşandığının kesin kez farkında olmak.
Bir ben varım elbet, ama benden gayrı hep iki daha var..
Biri, tatilde ve denize girmekte iken, diğeri hala bir yerlerde "bir dilim ekmek gelecek mi?"nin derdinde...
Biri, mutluluk mesajlarıyla boyarken buraları, diğerinin intihar edecek durumda olması...
Biri, misafirlerden şikayetçiyken, diğerinin bir kaldırımda tek başına ölüyor olması...
Zengin duyarsızlığı, fakir mağduriyeti değildir bu.Çünkü yerlerini değiştirseniz biriyle diğerinin, emin olun eski fakir çok daha acımasız ve duyarsız olabilir.
Çoook daha derin bir şey olmalı bu farkı yaratan. Ve çok çok daha önemlisi sürdüren.
İNSAN olmanın ölçütü yakında biri'lerinden olmaktır derlerse şaşırmayacağım.
Üçüncü hal mi? o da benim halim...
Tatilde ve denize girmekte değilim ama, "bir dilim ekmek gelecek mi?"nin derdinde de değilim...
Mutluluk mesajlarıyla boyamıyorum buraları ama, intihar edecek durumda da değilim...
Misafirim de yok, bir kaldırımda tek başına da değilim...
Ama en önemlisi her halin farkında olduğum için hiç biri de doyurmuyor beni.
Allah ıslah etsin bizi.
Yaşamak çünkü yaşandığının kesin kez farkında olmak.
Bir ben varım elbet, ama benden gayrı hep iki daha var..
Biri, tatilde ve denize girmekte iken, diğeri hala bir yerlerde "bir dilim ekmek gelecek mi?"nin derdinde...
Biri, mutluluk mesajlarıyla boyarken buraları, diğerinin intihar edecek durumda olması...
Biri, misafirlerden şikayetçiyken, diğerinin bir kaldırımda tek başına ölüyor olması...
Zengin duyarsızlığı, fakir mağduriyeti değildir bu.Çünkü yerlerini değiştirseniz biriyle diğerinin, emin olun eski fakir çok daha acımasız ve duyarsız olabilir.
Çoook daha derin bir şey olmalı bu farkı yaratan. Ve çok çok daha önemlisi sürdüren.
İNSAN olmanın ölçütü yakında biri'lerinden olmaktır derlerse şaşırmayacağım.
Üçüncü hal mi? o da benim halim...
Tatilde ve denize girmekte değilim ama, "bir dilim ekmek gelecek mi?"nin derdinde de değilim...
Mutluluk mesajlarıyla boyamıyorum buraları ama, intihar edecek durumda da değilim...
Misafirim de yok, bir kaldırımda tek başına da değilim...
Ama en önemlisi her halin farkında olduğum için hiç biri de doyurmuyor beni.
Allah ıslah etsin bizi.
MÜMKÜN MÜ?
BİZ olalım dedi biri...
Mümkün mü inkar?
Güzeli, BİZliği
Ama?!..
Ben Bilmiyorsam BENliği
Sen Bilmiyorsan SENliği
Ve hatta
Ben Bilmeden SENliği
Sen Bilmeden BENliği
Mümkün mü?
Yaratmak BİZliği.
"Bir ben vardır benden içeru"
derken Yunus...
Ben'i aşmış
Düşmüşken Derdine BEN'in
Ve ben
Hala anlamamışken Ben'i
Ve hatta
Sen anlamamışken Yunus Emre'yi
Ne mümkün!
Yaratmak BİZliği.
BİZ bilmektir
Ki
BEN SENsin
Ve
SEN BENsin
Değil mi ki Duamız aynıdır...
YARADAN HÜKMETSİN
Rahat ol da
Bırak da
YARADAN HÜKMETSİN
Ve Mümkün kılsın
Yaratmayı BİZliği.
Diyorlar ki:
O yağdırınca yağmurunu
Ayırmaz
Fakiri, zengini
Adili, müşriki...
Ne gam öyleyse:
Vardır bildiği,
Çıkarır elbet acısını
Misli misli...
Değil mi ki;
Yağmur habercisidir
Gökkuşağının bazısına
Ve keza habercisidir
Çamurun ve pisliğin bazısına
Adalet de odur ki:
Bazısı görür gökkuşağını,
Bereketlenir...
Bazısıysa çamuru,
Çirkefleşir...
O ki umar yağmurdan gökkuşağını
Elbet yaratır BİZliği
Ve o ki gelmeden kahreder çamura
Mümkün mü
Yaratsın BİZliği.
Mümkün mü inkar?
Güzeli, BİZliği
Ama?!..
Ben Bilmiyorsam BENliği
Sen Bilmiyorsan SENliği
Ve hatta
Ben Bilmeden SENliği
Sen Bilmeden BENliği
Mümkün mü?
Yaratmak BİZliği.
"Bir ben vardır benden içeru"
derken Yunus...
Ben'i aşmış
Düşmüşken Derdine BEN'in
Ve ben
Hala anlamamışken Ben'i
Ve hatta
Sen anlamamışken Yunus Emre'yi
Ne mümkün!
Yaratmak BİZliği.
BİZ bilmektir
Ki
BEN SENsin
Ve
SEN BENsin
Değil mi ki Duamız aynıdır...
YARADAN HÜKMETSİN
Rahat ol da
Bırak da
YARADAN HÜKMETSİN
Ve Mümkün kılsın
Yaratmayı BİZliği.
Diyorlar ki:
O yağdırınca yağmurunu
Ayırmaz
Fakiri, zengini
Adili, müşriki...
Ne gam öyleyse:
Vardır bildiği,
Çıkarır elbet acısını
Misli misli...
Değil mi ki;
Yağmur habercisidir
Gökkuşağının bazısına
Ve keza habercisidir
Çamurun ve pisliğin bazısına
Adalet de odur ki:
Bazısı görür gökkuşağını,
Bereketlenir...
Bazısıysa çamuru,
Çirkefleşir...
O ki umar yağmurdan gökkuşağını
Elbet yaratır BİZliği
Ve o ki gelmeden kahreder çamura
Mümkün mü
Yaratsın BİZliği.
1 Aralık 2011 Perşembe
O liman?
Beni o limana çıkaramazsın
Çok yorgunum
Beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı kubbeli mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın
Sizin limanınız hangisi, hiç bir kaptanın çıkaramayacağı...
Bir toprak parçası mı?
Aşık bir yürek mi?
Adil bir dünya mı?
Mutlu bir hayat mı?
Ya da...
İnsanlık mı?..
O liman...
Bazısına çınarlı kubbeli mavi bir liman...
Bir toprak parçası.
Duyguları yakar içini insanın, hasret kahreder. O limanın ulaşılamazlığı duygusu!
Hiç düşünür mü insan acaba, gömüldüğü topraktan farkı yoktur hasretinin içini yaktığı topraktan. Nedir o zaman bu kahredici hasret...
Çok yorgunum
Beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı kubbeli mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın
Sizin limanınız hangisi, hiç bir kaptanın çıkaramayacağı...
Bir toprak parçası mı?
Aşık bir yürek mi?
Adil bir dünya mı?
Mutlu bir hayat mı?
Ya da...
İnsanlık mı?..
O liman...
Bazısına çınarlı kubbeli mavi bir liman...
Bir toprak parçası.
Duyguları yakar içini insanın, hasret kahreder. O limanın ulaşılamazlığı duygusu!
Hiç düşünür mü insan acaba, gömüldüğü topraktan farkı yoktur hasretinin içini yaktığı topraktan. Nedir o zaman bu kahredici hasret...
29 Kasım 2011 Salı
Ben ve bana ait ilk hatırladığım.
Hayal meyal görüntüler bunlar ve hatta belki de tamamen beynimin yaratıları. Ama öylesine net ayrıntılar var ki hayal olamaz diyorum, olmamasını da istiyorum.
Tarih de net değil, 1963 doğumlu olduğuma göre sanıyorum 1970den önce.
Kumkapı'da yarı bodrum bir evde tek odada kalıyoruz, gün batmış ve ben her çocuk gibi "hadi yat artık" uyaranlarına direnmekteyim.
Odun sobasının hemen yanındaki yatağa yatmış ama uyumamak için her yolu deneyen bir çocuk düşleyin.
O, o yaramaz, o annesini canından bezdiren velet benim işte.
Bir ara yatağın örtüsünü kaldırıp altına bakıyorum ve üç tane sıçan görüyorum (kendimce). Ve işe yarar bir şey yapmış olma ve ebeveyninin beğenisini kazanma kaygısıyla sobanın yanında duran maşayı alarak o üç sıçandan birini belinden maşayla yakalayarak çıkarıyorum yatağın altından:
- Mama bak fare yakaladım. (O dönem fareler günlük hayatımızın birer parçası. Akşamları yatmadan evde yiyecek bir şeyler bırakırdık ortalıkta ki uyuyanları kemirmesinler. Ve çocuk da olsam anlıyordum ki mamam da babam da şikayetçiler durumdan ve zehir falan da fayda etmiyor.)
- Ne diyorsun sen dzo. diyerek mutfaktan aceleyle geliyor mamam ve maşanın ucundaki zavallıyı görünce.
- Bırak onu çabuk, o fare değil. Tekir doğurmuş. diyor.
- Nereden buldun onu.
Ben, iyiyi yapmak isterken zarara yol açmış birinin kaygısıyla yavruyu hemen yere bırakıp maşayı mamama uzatıyorum ve yatağın örtüsünü kaldırarak:
- Ordan diyorum.
Burada kopuyor görüntüler.
Ama hatırladığım o üç yavrudan birisi çok yaramaz olduğu ve çocuklarla (ben ve benden 16 ay küçük olan kızkardeşim Mari) anlaşamadığı için halamlara veriliyor ve orada ilgisizlikten evden kaçıyor ve dönmüyor. Haa, adını canavar koymuştuk onun.
İkincisinin akibetini hatırlamıyorum.
Üçüncüsü ise, Adını Akel koymuştuk çünkü elleri ve kuyruğunun ucu beyazdı çok üzücü bir kazada öldü...
Komşu evlerden birinin bodrumuna inen merdivenlere misketleri kaçan çocuklar, bodrum girişini kapayan yatay parmaklığı kaldırarak giriyorlar misketlerini almaya, Akel ise merakla bodrum girişinin kenarından bakıyor. Misketlerini alan çocuklar Akel'e dikkat etmeden parmaklığı bırakıyorlar ve kenardaki Akel'in üzerine düşen parmaklık ikiye bölüyor Akel'i.
Görmedim ölüsünü, hatırladığım ise sadece çok büyük bir boşluk hissettiğim.
Tarih de net değil, 1963 doğumlu olduğuma göre sanıyorum 1970den önce.
Kumkapı'da yarı bodrum bir evde tek odada kalıyoruz, gün batmış ve ben her çocuk gibi "hadi yat artık" uyaranlarına direnmekteyim.
Odun sobasının hemen yanındaki yatağa yatmış ama uyumamak için her yolu deneyen bir çocuk düşleyin.
O, o yaramaz, o annesini canından bezdiren velet benim işte.
Bir ara yatağın örtüsünü kaldırıp altına bakıyorum ve üç tane sıçan görüyorum (kendimce). Ve işe yarar bir şey yapmış olma ve ebeveyninin beğenisini kazanma kaygısıyla sobanın yanında duran maşayı alarak o üç sıçandan birini belinden maşayla yakalayarak çıkarıyorum yatağın altından:
- Mama bak fare yakaladım. (O dönem fareler günlük hayatımızın birer parçası. Akşamları yatmadan evde yiyecek bir şeyler bırakırdık ortalıkta ki uyuyanları kemirmesinler. Ve çocuk da olsam anlıyordum ki mamam da babam da şikayetçiler durumdan ve zehir falan da fayda etmiyor.)
- Ne diyorsun sen dzo. diyerek mutfaktan aceleyle geliyor mamam ve maşanın ucundaki zavallıyı görünce.
- Bırak onu çabuk, o fare değil. Tekir doğurmuş. diyor.
- Nereden buldun onu.
Ben, iyiyi yapmak isterken zarara yol açmış birinin kaygısıyla yavruyu hemen yere bırakıp maşayı mamama uzatıyorum ve yatağın örtüsünü kaldırarak:
- Ordan diyorum.
Burada kopuyor görüntüler.
Ama hatırladığım o üç yavrudan birisi çok yaramaz olduğu ve çocuklarla (ben ve benden 16 ay küçük olan kızkardeşim Mari) anlaşamadığı için halamlara veriliyor ve orada ilgisizlikten evden kaçıyor ve dönmüyor. Haa, adını canavar koymuştuk onun.
İkincisinin akibetini hatırlamıyorum.
Üçüncüsü ise, Adını Akel koymuştuk çünkü elleri ve kuyruğunun ucu beyazdı çok üzücü bir kazada öldü...
Komşu evlerden birinin bodrumuna inen merdivenlere misketleri kaçan çocuklar, bodrum girişini kapayan yatay parmaklığı kaldırarak giriyorlar misketlerini almaya, Akel ise merakla bodrum girişinin kenarından bakıyor. Misketlerini alan çocuklar Akel'e dikkat etmeden parmaklığı bırakıyorlar ve kenardaki Akel'in üzerine düşen parmaklık ikiye bölüyor Akel'i.
Görmedim ölüsünü, hatırladığım ise sadece çok büyük bir boşluk hissettiğim.
SENden yansıyan BEN...
Bir kadın, Almanya'dan, Face'de tanımıştım. Sağlam bir beyindi ama hiç açık etmedi kendini.
Profilinde bayağı bir resim izlemek zorunda kalmıştım ne olabileceğini anlamak için.
Profilinde bayağı bir resim izlemek zorunda kalmıştım ne olabileceğini anlamak için.
Sonra bir gün çıkageldi İstanbul'a, ve buluştuk.
Çok doğaldı, hiç abartı yoktu. Bunun yanında birikiminden kaynaklanan kendinden eminlik hakimdi.
Son derece... son derecesi zor!?
Çünkü alçakgönüllülük değildi hali ama burnu büyüklük hiç değildi.
Doğaldı, vardı, varlığını dolu dolu yaşatan bir tavrı, ve pek öyle insanların büyük bir genelliğinde göremeyeceğin doğal bir kalitesi vardı.
Belki de artık varlığından ümit kesmeye başladığım ve hatta "Bu senin ütopyan olmalı, yok böylesi" dediğim bir İNSANdı.
Not: "SENden yansıyan BEN..." başlığı sözkonusu kişinin kendi tarafından konulmuştur.
Not: "SENden yansıyan BEN..." başlığı sözkonusu kişinin kendi tarafından konulmuştur.
12 Kasım 2011 Cumartesi
Çığlık atmaktan asla vazgeçmeyin !!!
ÇIĞLIK...
Yolcular uçağa binmek üzere piste getiren otobüsten inmişler. Bavullarını gösteriyorlar.
Bir bakmışlar, uçak şirketinin minibüsü yanlarına kadar gelip durmuş. İçinden kaptan pilotla, yardımcı pilot inmişler.
Yolcular fena halde şaşırmışlar... Nasıl şaşırmasınlar?
Kaptan pilotun elinde bir beyaz baston. Kara gözlükler ve kolunda üç noktalı bant... Yardımcı pilotun elinde bir köpek tasması. Tasmanın ucunda bir köpek. Sağa sola çarparak öylece ilerliyorlar uçağa... Günlerden 1 Nisan değil ama 'Şaka herhalde' diye içgeçirirlerken doluşmuşlar uçağa.
Bir süre sonra uçak pistte hızla ilerlemeye başlamış. Yolcuların gözleri camda....
Uçak hızlanmış... Hızlanmış... Yolcular endişelenmeye başlamışlar.
Uçak daha da hızlanmış. Pistin sonu hızla yaklaşmaya başlamış. Uçak iyice hızlanmış...
Bazı yolcular paniklemeye, hatta dua etmeye başlamışlar...
Uçak son hıza pistin sonuna kadar ulaşmış...
100 metre sonra betonun bitip cimlerin başladığını gören yolcular, dehşet içinde basmışlar çığlığı...
Tam o anda kaptan pilot, levyeyi sonuna kadar çekmiş.
Uçak tam pist biterken tekerleklerini yerden kesmiş ve sonunda havalanmış...
Kaptan pilot arkasına yaslanmış, derin bir nefes almış ve yardımcı pilota dönmüş: "Biliyor musun?" demiş, "Bir gün çığlık atmakta gecikecekler ve hep birlikte geberip gideceğiz, diye korkuya kapılıyorum bazen..."
Fıkradan hisse; Dünyada nice kör yöneticiler var... Çığlık atmaktan asla vazgeçmeyin !!!
Bir bakmışlar, uçak şirketinin minibüsü yanlarına kadar gelip durmuş. İçinden kaptan pilotla, yardımcı pilot inmişler.
Yolcular fena halde şaşırmışlar... Nasıl şaşırmasınlar?
Kaptan pilotun elinde bir beyaz baston. Kara gözlükler ve kolunda üç noktalı bant... Yardımcı pilotun elinde bir köpek tasması. Tasmanın ucunda bir köpek. Sağa sola çarparak öylece ilerliyorlar uçağa... Günlerden 1 Nisan değil ama 'Şaka herhalde' diye içgeçirirlerken doluşmuşlar uçağa.
Bir süre sonra uçak pistte hızla ilerlemeye başlamış. Yolcuların gözleri camda....
Uçak hızlanmış... Hızlanmış... Yolcular endişelenmeye başlamışlar.
Uçak daha da hızlanmış. Pistin sonu hızla yaklaşmaya başlamış. Uçak iyice hızlanmış...
Bazı yolcular paniklemeye, hatta dua etmeye başlamışlar...
Uçak son hıza pistin sonuna kadar ulaşmış...
100 metre sonra betonun bitip cimlerin başladığını gören yolcular, dehşet içinde basmışlar çığlığı...
Tam o anda kaptan pilot, levyeyi sonuna kadar çekmiş.
Uçak tam pist biterken tekerleklerini yerden kesmiş ve sonunda havalanmış...
Kaptan pilot arkasına yaslanmış, derin bir nefes almış ve yardımcı pilota dönmüş: "Biliyor musun?" demiş, "Bir gün çığlık atmakta gecikecekler ve hep birlikte geberip gideceğiz, diye korkuya kapılıyorum bazen..."
Fıkradan hisse; Dünyada nice kör yöneticiler var... Çığlık atmaktan asla vazgeçmeyin !!!
Ben eşitliğe inanmam ki!..
Ben eşitliğe inanmam ki!..dengeye inanırım.
Doğa büyükleri iki küçükle dengeler,
Ama bir küçük eksilse denge bozulur.
Yani büyük küçüğe küçük de büyüğe bağlı var olur.
Birinin diğerine tahakkümü aslında kendini mahvetmeye götürür
Doğa büyükleri iki küçükle dengeler,
Ama bir küçük eksilse denge bozulur.
Yani büyük küçüğe küçük de büyüğe bağlı var olur.
Birinin diğerine tahakkümü aslında kendini mahvetmeye götürür
11 Kasım 2011 Cuma
GÜNSEVGİ olsun herkese
Ne yapıyoruz YA RAB, neyiz biz, neye dönüştük ve neden izin verdin bize.
RAB MERHAMET
Nereye gidiyoruz YA RAB, durdur bizi.
Merhamet et, kurtar bu kısa vadeli çıkar peşinde koşma durumundan.
SEN yarattın her şeyi ve her kesi...
SEN bilirsin kim kimdir ve ne ister...
SEN kadirsin bizi ıslah etmeye...
SEN aç gözlerimizi YA RAB...
SEN bilirsin kim kimdir ve ne ister...
SEN kadirsin bizi ıslah etmeye...
SEN aç gözlerimizi YA RAB...
4 Ekim 2011 Salı
İyi ki varsın...
Seninle ilgili bir dedikodu duydum
Bilmem hangi tarihte doğmuş diyorlar.
Sanatçı ebedidir, doğmaz, biliyorum.
Lakin ebediyeti anlamaz o salaklar.
Daha neler neler duydum
Çok güzel de diyorlar.
Güzellik geçicidir, ben biliyorum.
Lakin hiç melek görmedi ki onlar.
İyi ki varsın...
Bilmem hangi tarihte doğmuş diyorlar.
Sanatçı ebedidir, doğmaz, biliyorum.
Lakin ebediyeti anlamaz o salaklar.
Daha neler neler duydum
Çok güzel de diyorlar.
Güzellik geçicidir, ben biliyorum.
Lakin hiç melek görmedi ki onlar.
İyi ki varsın...
17 Temmuz 2011 Pazar
Krisnamurti'nin hayatı
12 Mayıs 1895'te Hindistan'ın Madanapalle bölgesinde doğdu. Brahman bir ailenin sekizinci çocuğuydu. Ailesi Tanrı Krishna'ya bir saygı göstergesi olarak adını Krishnamurti koydu. Çocukluğunda çok cömert, içedönük ve sessiz biriydi; kendisiyle hizmetçiler arasında ayrım görmez, saatlerce pencere kenarında oturarak uzaklara dalar, böcekleri, kayaları, yaprakları incelerdi. On yaşındayken annesi ölünce babası çocuklara bakamayacak duruma geldi. Krishnamurti'nin babası Theosophical Society adlı bir derneğin üyesiydi; Helena Blavatsky tarafından 1831 yılında kurulan bu derneğin amacı insanlığı Dünya öğretmeni Maitreya'nın yeryüzüne yeniden gelişine hazırlamaktı. Blavatsky öldükten sonra bu sorumluluğu Annie Besant ve C.W. Leadbeater üstlenmişlerdi.1909 yılında kumsalda kendisinden üç yaş küçük erkek kardeşi Nityananda'yla oynayan Krishnamurti'yi görünce Leadbeater 13 yaşındaki bu çocuğun aura'sının bencillikten bütünüyle yoksun olduğunu gördü ve aradıkları dünya öğretmeninin Krishnamurti olduğunu düşündü. Bunun üzerine derneğin genel başkanı Besant'a tanıtıldıklarında Besant bu iki kardeşten öylesine etkilendi ki onların eğitimini üstlendi. Theosophical Society'nin önderleri Dünya öğretmeninin Krishnamurti'nin bedeninde geri gelişine hazırlanmak amacıyla 1911 yılında Doğu Yıldızı örgütü'nü (Order of the Star in the East) kurdular ve örgütün başına genç Krishnamurti'yi getirdiler. Artık Krishnamurti çocuklara ve büyüklere ders veriyor, Annie Besant'la birlikte yurtdışına çıkarak konuşmalar yapıyordu.
1911'de kendisine verilen 'Alcyone' adı altında At the Feet of the Master (Ustanın Dizinin Dibinde) başlıklı ilk kitabı yayınlandı. Besant kitaba yazdığı önsözde bu kitabın Krishnamurti'nin dünyaya sunduğu ilk armağan olduğunu yazıyordu. İngiltere'de on yıl eğitim gördü, 1920 yılında Paris'te üniversiteye yazıldı. 1921'de kardeşi Nityananda'nın rahatsızlanması üzerine Hindistan'a döndü, 1922'de kardeşiyle birlikte geldiği Kaliforniya'nın Ojai bölgesinde geri kalan yaşamını bütünüyle değiştirecek bir deneyim yaşadı. İki hafta boyunca her gün yaklaşık otuz dakika meditasyon yapmıştı, bu iki hafta sonunda ensesinde çok büyük ağrılar duymaya başladı. öylesine duyarlı bir duruma gelmişti ki en küçük sesleri bile algılıyordu; içini bir ateş kaplamıştı. Bu hali üç gün boyunca sürdü. Krishnamurti bir ağacın altında yaşadığı deneyimi iki gün sonra şöyle açıklıyordu: "... Bedenimden çıktığımı duyumsadım. Ağacın narin, yumuşak yapraklarının altında oturduğumu gördüm. Yüzüm doğuya dönüktü. Bedenim önümde duruyordu ve başımın üstünde parlak ve apaçık Yıldızı görüyordum..."
Krishnamurti bu deneyimi yaşadığında yanında kardeşi Nityananda da vardı. O da o gün yaşananları şu sözlerle anlatmıştı: "... Her yer ulu bir varlıkla doldu, dizlerimin üstüne çöküp yere kapanmak istedim, çünkü hepimizin kalbindeki Büyük Lordun geldiğini biliyorduk, onu göremesek de varlığının görkemini duyumsuyorduk. Sonra Rosalind gözlerini açtı ve gördü..."
1924 yılında Hollandalı soylu Baron van Pallandt Ommen'deki şatosunu Krishnamurti'ye armağan etti. Krishnamurti burada binlerce kişiye konuşmalar yaptı. 1925 yılında Nityananda'nın ani ölümü onu derinden sarstı. Bütün bunlar gerçekleşirken Krishnamurti giderek kendini içinde bulunduğu örgütten uzaklaşmış hissediyordu. Kaliforniya'da yaşadığı yıllarda düşüncelerinde büyük değişimler olmaya başlamıştı. Gün geçtikçe Maitreya'nın, Kuthumi'nin, Buda'nın ve diğerlerinin adını daha az anıyor, sık sık bir 'Sevgili'den söz ediyordu: "Sevgili ile ne demek istediğimi soruyorlar. Açıklayayım, siz istediğiniz gibi anlayın. Benim için O Krishna, Kuthumi, Maitreya, Buda--bunların hepsi, ama hepsinin biçiminin ötesinde. Ne ad verdiğiniz ne fark eder ki?... Benim Sevgilim gökler, çiçekler, her bir insan. Ben Sevgilimle birleştim ... ve siz Onu her bir hayvanda, her bitkide, acı çeken her insanda göremedikçe anlayamayacaksınız." Yazdıkları ve söyledikleri onu eğitmiş olanların ve kurtarıcı olmasını isteyenlerin bekledikleri yazılar ve sözler değildi. Onun başkaldırdığını söylediler. Krishnamurti Life in Freedom (özgür Yaşam) adlı kitabında şöyle yazıyordu: "Her şeye başkaldırıyorum. Başka insanların kendilerini üzerimde yetke saymalarına, başkaları tarafından eğitilmeye, başkalarının bildiklerini bana kabul ettirmeye çalışmalarına başkaldırıyorum. Kendim bulmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmiyorum. Başkalarının benden farklı düşünmesine karşı değilim, ama onların bana düşüncelerini, yaşamla ilgili görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışmalarına katlanamıyorum. Daha küçük bir çocukken de başkaldırıyordum. Dinliyor, izliyor, ama bir yandan da sözlerin yanılsamasının ardındaki hakikati arıyordum."
Krishnamurti 1929 yılında 34 yaşındayken kendisine yüklenen kurtarıcı imgesini büyük bir kararlılıkla yadsıyarak Doğu Yıldızı örgütü'nü dağıttığını açıkladı. Ommen'de 3000 örgüt üyesinin önünde yaptığı konuşma radyodan da binlerce kişi tarafından dinleniyordu. Krishnamurti sayıları o tarihte 60.000'e varan üyeye şöyle sesleniyordu: "Hakikat ülkesinin yolu yoktur ve ona ne olursa olsun hiçbir yolla, hiçbir dinle, hiçbir mezheple ulaşamazsınız ... Ben hiçbir tinsel örgütün üyesi olmak istemiyorum; lütfen bunu anlayın ... Eğer bu amaçla örgüt kurulacak olursa, bir engel, zayıflık, köstek halini alır ve bireyi sakatlar, onun büyümesini, özgün biri olmasını engeller, oysa bu, insanın saltık, koşulsuz hakikati keşfetmesinde temeldir ... Şimdi başka örgütler kurabilir, başka birinin sizi kurtarmasını bekleyebilirsiniz. Ben bununla ilgilenmiyorum, kendinize yeni kafesler örüp bu kafesleri yeni biçimlerde süslemenizle de ilgilenmiyorum. Benim tek ilgilendiğim insanı kesin olarak, koşulsuz olarak özgürleştirmek."
Krishnamurti bu konuşmayla yalnızca örgütü dağıtmakla kalmamış, Theosophical Society üyelerini de şaşkınlık içinde bırakmıştı. Kendisinin gelecekte yapacağı işler için toplanan büyük paraları ve dünyanın çeşitli yerlerinde armağan edilen arazileri geri dağıttı ve yaşamının geri kalanını dünyanın pek çok yerinde konuşmalar yaparak geçirdi. Artık konuşmalarında hiçbir dine, geleneğe, düşünce akımına bağlı değildi. Ders vermekten çok dinleyenlerin kendilerini sorgulamaları, söylenenlere körü körüne inanmak yerine kalplerinin derinliklerine bakmaları ve kendi varlıklarının hakikatini bulmaları gerektiğini vurguladı.
Eğitim Krishnamurti için en önemli konulardan biriydi. Genç insanların ırk, ulusçuluk, din, dogma, gelenek, sanı gibi koşullanmalarını görmelerini, bilinçlerinde bir dönüşüm yaşamaları durumunda bütünüyle zeki insanlar olabileceklerini ve doğru eylemde bulunabileceklerini düşünüyordu. önyargısı ve koşullanmaları olan bir zihin ona göre asla özgür olamazdı. Krishnamurti dünyanın çeşitli ülkelerinde, insanların mekanik, teknolojik araçlara dönüşmek yerine korkusuzca, karmaşa yaşamayan özgür bireyler olarak yaşamı anlayabilecekleri okullar açtı.
Krishnamurti ömrünün sonuna dek sohbetlerini sürdürdü, insanlarla bir öğretmen, bir guru olarak değil, bir dost olarak konuştu. 90 yaşında bile gezilerine, sohbetlerine ara vermedi. Dinleyicilerinin öğrenmesini umduğu her şeyi kendisi yaşadı. 1985 yılının sonlarında rahatsızlandı. 17 Şubat 1986 tarihinde Kaliforniya'nın Ojai bölgesinde bir hastanede 91 yaşında öldü. ölmeden önce "Ben sıradan bir insanım, beni sıradan bir biçimde uğurlayın" demişti; bedeni yakıldı ve mezarının üstüne tapınak dikilmemesi amacıyla külleri en sevdiği yerlere serpildi. Krishnamurti ardında pek çok konuşma kaydı, yazı, öğretmenlerle ve öğrencilerle, bilim ve din adamlarıyla yapılmış tartışma, televizyon ve radyo söyleşisi, mektup bıraktı. Bunların çoğu kitaplarda, sesli ve görüntülü kasetlerde toplandı, birçok dile çevrildi.
Krishnamurti'nin yaşamı boyunca yaydığı sevgi bugün de insanlığın kalbinde ve zihninde yaşamaktadır.
Kaynak: http://www.kanatsesleri.com
1911'de kendisine verilen 'Alcyone' adı altında At the Feet of the Master (Ustanın Dizinin Dibinde) başlıklı ilk kitabı yayınlandı. Besant kitaba yazdığı önsözde bu kitabın Krishnamurti'nin dünyaya sunduğu ilk armağan olduğunu yazıyordu. İngiltere'de on yıl eğitim gördü, 1920 yılında Paris'te üniversiteye yazıldı. 1921'de kardeşi Nityananda'nın rahatsızlanması üzerine Hindistan'a döndü, 1922'de kardeşiyle birlikte geldiği Kaliforniya'nın Ojai bölgesinde geri kalan yaşamını bütünüyle değiştirecek bir deneyim yaşadı. İki hafta boyunca her gün yaklaşık otuz dakika meditasyon yapmıştı, bu iki hafta sonunda ensesinde çok büyük ağrılar duymaya başladı. öylesine duyarlı bir duruma gelmişti ki en küçük sesleri bile algılıyordu; içini bir ateş kaplamıştı. Bu hali üç gün boyunca sürdü. Krishnamurti bir ağacın altında yaşadığı deneyimi iki gün sonra şöyle açıklıyordu: "... Bedenimden çıktığımı duyumsadım. Ağacın narin, yumuşak yapraklarının altında oturduğumu gördüm. Yüzüm doğuya dönüktü. Bedenim önümde duruyordu ve başımın üstünde parlak ve apaçık Yıldızı görüyordum..."
Krishnamurti bu deneyimi yaşadığında yanında kardeşi Nityananda da vardı. O da o gün yaşananları şu sözlerle anlatmıştı: "... Her yer ulu bir varlıkla doldu, dizlerimin üstüne çöküp yere kapanmak istedim, çünkü hepimizin kalbindeki Büyük Lordun geldiğini biliyorduk, onu göremesek de varlığının görkemini duyumsuyorduk. Sonra Rosalind gözlerini açtı ve gördü..."
1924 yılında Hollandalı soylu Baron van Pallandt Ommen'deki şatosunu Krishnamurti'ye armağan etti. Krishnamurti burada binlerce kişiye konuşmalar yaptı. 1925 yılında Nityananda'nın ani ölümü onu derinden sarstı. Bütün bunlar gerçekleşirken Krishnamurti giderek kendini içinde bulunduğu örgütten uzaklaşmış hissediyordu. Kaliforniya'da yaşadığı yıllarda düşüncelerinde büyük değişimler olmaya başlamıştı. Gün geçtikçe Maitreya'nın, Kuthumi'nin, Buda'nın ve diğerlerinin adını daha az anıyor, sık sık bir 'Sevgili'den söz ediyordu: "Sevgili ile ne demek istediğimi soruyorlar. Açıklayayım, siz istediğiniz gibi anlayın. Benim için O Krishna, Kuthumi, Maitreya, Buda--bunların hepsi, ama hepsinin biçiminin ötesinde. Ne ad verdiğiniz ne fark eder ki?... Benim Sevgilim gökler, çiçekler, her bir insan. Ben Sevgilimle birleştim ... ve siz Onu her bir hayvanda, her bitkide, acı çeken her insanda göremedikçe anlayamayacaksınız." Yazdıkları ve söyledikleri onu eğitmiş olanların ve kurtarıcı olmasını isteyenlerin bekledikleri yazılar ve sözler değildi. Onun başkaldırdığını söylediler. Krishnamurti Life in Freedom (özgür Yaşam) adlı kitabında şöyle yazıyordu: "Her şeye başkaldırıyorum. Başka insanların kendilerini üzerimde yetke saymalarına, başkaları tarafından eğitilmeye, başkalarının bildiklerini bana kabul ettirmeye çalışmalarına başkaldırıyorum. Kendim bulmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmiyorum. Başkalarının benden farklı düşünmesine karşı değilim, ama onların bana düşüncelerini, yaşamla ilgili görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışmalarına katlanamıyorum. Daha küçük bir çocukken de başkaldırıyordum. Dinliyor, izliyor, ama bir yandan da sözlerin yanılsamasının ardındaki hakikati arıyordum."
Krishnamurti 1929 yılında 34 yaşındayken kendisine yüklenen kurtarıcı imgesini büyük bir kararlılıkla yadsıyarak Doğu Yıldızı örgütü'nü dağıttığını açıkladı. Ommen'de 3000 örgüt üyesinin önünde yaptığı konuşma radyodan da binlerce kişi tarafından dinleniyordu. Krishnamurti sayıları o tarihte 60.000'e varan üyeye şöyle sesleniyordu: "Hakikat ülkesinin yolu yoktur ve ona ne olursa olsun hiçbir yolla, hiçbir dinle, hiçbir mezheple ulaşamazsınız ... Ben hiçbir tinsel örgütün üyesi olmak istemiyorum; lütfen bunu anlayın ... Eğer bu amaçla örgüt kurulacak olursa, bir engel, zayıflık, köstek halini alır ve bireyi sakatlar, onun büyümesini, özgün biri olmasını engeller, oysa bu, insanın saltık, koşulsuz hakikati keşfetmesinde temeldir ... Şimdi başka örgütler kurabilir, başka birinin sizi kurtarmasını bekleyebilirsiniz. Ben bununla ilgilenmiyorum, kendinize yeni kafesler örüp bu kafesleri yeni biçimlerde süslemenizle de ilgilenmiyorum. Benim tek ilgilendiğim insanı kesin olarak, koşulsuz olarak özgürleştirmek."
Krishnamurti bu konuşmayla yalnızca örgütü dağıtmakla kalmamış, Theosophical Society üyelerini de şaşkınlık içinde bırakmıştı. Kendisinin gelecekte yapacağı işler için toplanan büyük paraları ve dünyanın çeşitli yerlerinde armağan edilen arazileri geri dağıttı ve yaşamının geri kalanını dünyanın pek çok yerinde konuşmalar yaparak geçirdi. Artık konuşmalarında hiçbir dine, geleneğe, düşünce akımına bağlı değildi. Ders vermekten çok dinleyenlerin kendilerini sorgulamaları, söylenenlere körü körüne inanmak yerine kalplerinin derinliklerine bakmaları ve kendi varlıklarının hakikatini bulmaları gerektiğini vurguladı.
Eğitim Krishnamurti için en önemli konulardan biriydi. Genç insanların ırk, ulusçuluk, din, dogma, gelenek, sanı gibi koşullanmalarını görmelerini, bilinçlerinde bir dönüşüm yaşamaları durumunda bütünüyle zeki insanlar olabileceklerini ve doğru eylemde bulunabileceklerini düşünüyordu. önyargısı ve koşullanmaları olan bir zihin ona göre asla özgür olamazdı. Krishnamurti dünyanın çeşitli ülkelerinde, insanların mekanik, teknolojik araçlara dönüşmek yerine korkusuzca, karmaşa yaşamayan özgür bireyler olarak yaşamı anlayabilecekleri okullar açtı.
Krishnamurti ömrünün sonuna dek sohbetlerini sürdürdü, insanlarla bir öğretmen, bir guru olarak değil, bir dost olarak konuştu. 90 yaşında bile gezilerine, sohbetlerine ara vermedi. Dinleyicilerinin öğrenmesini umduğu her şeyi kendisi yaşadı. 1985 yılının sonlarında rahatsızlandı. 17 Şubat 1986 tarihinde Kaliforniya'nın Ojai bölgesinde bir hastanede 91 yaşında öldü. ölmeden önce "Ben sıradan bir insanım, beni sıradan bir biçimde uğurlayın" demişti; bedeni yakıldı ve mezarının üstüne tapınak dikilmemesi amacıyla külleri en sevdiği yerlere serpildi. Krishnamurti ardında pek çok konuşma kaydı, yazı, öğretmenlerle ve öğrencilerle, bilim ve din adamlarıyla yapılmış tartışma, televizyon ve radyo söyleşisi, mektup bıraktı. Bunların çoğu kitaplarda, sesli ve görüntülü kasetlerde toplandı, birçok dile çevrildi.
Krishnamurti'nin yaşamı boyunca yaydığı sevgi bugün de insanlığın kalbinde ve zihninde yaşamaktadır.
Kaynak: http://www.kanatsesleri.com
29 Haziran 2011 Çarşamba
AZINLIKLAR NASIL AZINLIK OLDU Ayşe Hür
- 1913-1914 Yürütülen baskı ve yıldırma operasyonu sayesinde, Celal Bayar’a göre 200 bin, Teşkilat-ı Mahsusa Şefi Kuşçubaşı Eşref’e göre 1,5 milyon Rum nüfus Adalar’a ve Yunanistan’a kaçırtıldı.
- 24 Nisan 1915’te İstanbul’da Ermeni cemaatinin tüm önde gelenleri evlerinden toplanarak Çankırı ve Ayaş’a doğru yola çıkarıldılar. Ülke çapındaki tehcir ise resmen 27 Mayıs 1915’te başladı. 1918’de savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen Ermeni sayısı 800.000’di.
- 22 Ocak 1921’de Müdafaa-i Milliye Vekili (Savunma Bakanı Fevzi (Çakmak) Bey, Meclis’teki gizli oturumunda, ülkede halen çoğu Karadeniz bölgesinde olmak üzere 800 bin kadar Hıristiyan bulunduğunu söyleyerek, gayrımüslimlerin ekonomik hayattaki yerlerini korumasından duyduğu rahatsızlığı belirtti. Generale göre Hıristiyanlardan askerlik için bedel nakdi alınması ve bunların imalathanelerde, yol, köprü, tünel gibi bayındırlık işlerinde çalıştırılması gerekmekteydi. Fevzi Paşa’nın bu önerisi karşısında, Malatya Mebusu Fevzi Efendi ‘yaşa!’ sesleri arasında ‘Efendiler, Ermenilerin denaatı (kötülüğü), ihaneti malumdur’ demiş, Ermeni, Rum ve Yahudilerden 500 Lira bedeli nakdi alınmasını, hem de bunların Erzurum’a, Sivas’a yollanıp yollarda çalıştırılmasını istemişti. Ardından da; ‘Maksadım onların ezilmesidir.’ diye eklemişti.
- Ocak 1923 ve sonrası Lozan Barış Anlaşması’nın bir parçası olarak ondan 6 ay önce imzalanan Türk ve Rum Nüfus Değişimine İlişkin Sözleşme ve Protokolü tarihin gördüğü en büyük nüfus değişimine hukuki çerçeve oluşturdu. Sonuçta, aslında İttihatçıların 1913’te başladığı kaçırtma operasyonundan beri aralıksız süren halkların ayrışması sürecine hukuki çerçeve oluşturan Lozan Barış Anlaşması’nın 1. maddesi uyarınca 355 bin kadar Müslüman Türk Yunanistan’ı, 192 bin civarında Ortodoks Rum da Türkiye’yi terk ederken, 2. maddeye göre etablis olarak adlandırılan 130 bin Müslüman Batı Trakya’da, 110 bin civarında Rum da İstanbul’da kaldı.
- 16 Mart 1923 Mustafa Kemal Adana’da esnafa yaptığı konuşmada “Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.” dedi.
- Haziran 1923 Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Gayrimüslim azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı.
- Eylül 1923’de Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir kararname çıkarıldı.
- Aralık 1923 Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı.
- 1924’te Mahsub-i Umumi Kanunu’nun 2. maddesinde değişiklik yapılarak, Birinci Dünya Savaşı için mallarına el konmuş gayrimüslimlere ödeme yapılmaması sağlandı.
- 1924’te 40 kadar Fransız ve İtalyan okulu kapatıldıktan sonra sıra azınlık okullarının binalarının onarımında, genişletilmelerinde, yeni binalar yapmalarında kısıtlamalara geldi. Okul programları ve sınavlar MEB tarafından denetlenmeye başladı. Türk öğretmenler ve müdür yanında bulunması şart tutulan Türk müdür yardımcısı MEB tarafından atanmış, Türkçe, tarih ve coğrafya ile yurt bilgisi derslerinin Türkçe olarak Türk öğretmenler tarafından okutulması mecburiyeti getirilmişti.
- 1924’te Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat iyi ahlaklı olup olmadığı açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum avukatların üçte biri işsiz kalmıştı. (Ermeni avukat sayısı belli değil.)
- 1 Ağustos 1926’da, devletin, Lozan’ın yürürlüğe girdiği Ağustos 1924’den önce gayrımüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu ilan edildi. Yahudilere yönelik ‘sadakatsizlik’, ‘nankörlük’ gibi ithamlardan bunalan cemaat önderleri Lozan Antlaşması’nın 42. maddesinden feragat ettiklerini beyan eden mazbatayı Başvekâlete gönderdiler.
- 1926 yılında ticari yazışmalarda sadece Türkçe kullanılmasını düzenleyen yönetmelikten sonra idari kadrolarda çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrimüslimler işten çıkarılmaya başladı. Yabancı banka ve firmalarda çalışan Türklerin oranı yüzde 75 olarak belirlenmişti. Bu yönetmelik uyarınca işten çıkarılan Rumları sayısı 5 bindi. Devlet Demiryolları İşletmesi’nin tüm gayrimüslim personeli işten çıkarılmıştı.
- Mayıs 1927’de, Lozan’dan sonra ülke dışında olanların Türk vatandaşlığından çıkarılacağına dair kararname ilan edildi.
- 20 Şubat 1928 rejimin gözüne girmek isteyen bir grup İstanbul Üniversitesi öğrencisinin vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına ‘Vatandaş Türkçe Konuş!” yazılı pankartlarını asmasıyla başlayan dönemin gazetelerinde ‘Türkçe Konuş!’ hitabına tahammül edemeyen ‘sözde vatandaş’lardan söz edilmişti. Bu tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle pek çok kişi hakkında Türklüğü tahkir davası açıldı.
- 1928’de Sivas’taki Ermenilerin şehir dışına çıkmaları yasaklandı.
- Eylül 1929 Defterdarlık, Yahudi okullarını, Or Ahayim Hastanesi’ni, Ortaköy Yetimhanesi’ni ve sinagogları ticari müessese sayarak bunlara yapılan bağışları ve intikalleri vergilendirmeye karar verdi
- Uygulama geriye doğru, 1925 yılından başlatıldı. Bu yüksek vergileri ödeyemeyen Hahambaşılığa haciz geldi.
- 1928-1929 yıllarında Diyarbakır ve Harput’taki Ermenilere yerel yöneticiler tarafından Türkiye’den gitmelerinin kendi hayırlarına olacağını telkin edildi.
- 1929-1930 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6.373 kişi Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı.
- 11 Haziran 1932’de yürürlüğe konan Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun’la yabancıların bazı mesleklerde çalışmaları yasaklandı. Bu durum özellikle Yunan uyruklu serbest meslek erbabını, küçük esnaf ve sokak satıcılarını etkiledi.
- Kasım 1932 İzmirli her Yahudi’ye Türk kültürünü benimsemeye ve Türk diliyle konuşmaya söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana, Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi.
- 25 Şubat 1933 günü aralarında yazar Peyami Safa, matematikçi Cahit Arf gibi tanınmış isimlerin de bulunduğu Darülfünun ve Milli Türk Talebe Birliği öğrencileri, ceplerine irili ufaklı taşlar doldurarak Osmanlı döneminden beri yataklı trenleri işleten La Compagnie des Wagons-Lits (kısaca ‘Vagon Li’ denirdi) adlı bir Fransız/Belçika şirketinin Beyoğlu’ndaki eski Tokatlıyan Oteli binasındaki bürosu önünde toplandılar ve büyük bir protesto gösterisi yaptılar. Ardından yeni bir “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası patlak verdi ve hızla yaygınlaştı.
- 1933 Mardin’deki Süryani Patrikliği Merkezini, gizli ve açık baskılara dayanamayarak ‘cemaatin arzusu doğrultusunda’, ‘görülen lüzum üzerine’, ‘muvakkaten’ (geçici olarak) Mardin’den Humus’a taşındı. Ancak o günden beri geri dönmek mümkün olmadı.
- Haziran 1934’te yürürlüğe giren ve ülkeyi ‘Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşanlar (has Türkler)’, ‘Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşmayanlar (Kürtler) ve ‘Türk kültüründen olmayan ve Türkçe konuşmayanlar’ (gayrimüslimler ve diğerleri) olarak üçe bölen İskan Kanunu’ndan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Rumlar ve Ermeniler, kendileri için uygun görülen bölgelere sürüldüler.
- 21 Haziran-4 Temmuz 1934 (Trakya Olayları) Irkçı Cevat Rıfat Atilhan’ın Milli İnkılap dergisindeki, Nihal Atsız’ın Orhun dergisindeki Yahudi aleyhtarı ve ırkçı yazılarla galeyana gelen kitleler, Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere saldırdılar. Olaylarda Yahudilere ait evler ve mağazalar yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, bir haham öldürüldü. CHF Trakya teşkilatının örgütlediği anlaşılan olaylar sonucu 15 bin Yahudi, mal ve mülklerini geride bırakıp can havliyle başka şehirlere, ülkelere kaçmak zorunda kaldı.
- Ocak 1937 Kayseri, Sivas gibi yerlerdeki Ermeni ve Yahudilerin ‘güvenlik gerekçesiyle şehir merkezlerine göçmesi emredildi.
- 24 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa, Ankara Askeri Baytar Mektebi’ne alınacak öğrencilerde aranan özelliklerden biri “Türk ırkından olmak’tır.
- 6 Eylül 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan Türk Kuşu Direktörlüğü’ne alınacak tayyare öğretmenlerine dair bir başka ilanda ise ifade biraz daha rafine hale gelmiş ve ‘Türk soyundan olmak’ haline dönmüştür.
- 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılması sırasında bölgedeki Ermeniler baskılar sonucu Suriye’ye göç ettiler. Göçle ilgili Yunus Nadi’nin Cumhuriyet Gazetesinin 20 Temmuz 1939 sayılı nüshasındaki yazısında şöyle deniyordu: “Neden korkuyorlar? Ne var? Kendilerini yiyeceğimizi mi vehmediyorlar”
- 8 Ağustos 1939 Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 Ağustos’ta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldı.
- 12 Aralık 1940 Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan ‘yüzen tabut’ namlı Salvador’un (aslında 40 kişilik bir tekneydi) bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 Aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı.
- 22 Nisan 1941 Bir gün kapılarında beliren jandarmalar tarafından 12 bin gayrimüslim erkek, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan bataklığın, rutubet, çamur ve aşırı sıcağın bunalttığı, su darlığı çekilen altyapısız kamplara gönderildiler. ‘20 Kur’a İhtiyatlar denilen bu ‘askerler’, Zonguldak’ta tünel inşaatlarında, Ankara’da Gençlik Parkı’nın yapımında, Afyon, Karabük, Konya, Kütahya illerinde taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırıldılar. 27 Temmuz 1942 günü terhis edildiler.
- 15 Aralık 1941 Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudisini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisine, Türkiye’nin izin vermemesi yüzünden 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra Karadeniz’e çıkarıldı. Struma, 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edildi. 24 Şubat 1942 günü, saat 02.00’de kimliği bilinmeyen denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu.
- 11 Kasım 1942 Savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi çıkarıldı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrimüslimdi. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı, Müslüman-Türk tüccarların ise sadece yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi.
- 6-7 Eylül İstanbul’da ağırlıklı olarak Rumlara yönelik büyük bir yağma harekatı örgütlendi. Olayların bilançosu kısa sürede ortaya çıkar. Türk basınına göre 11 kişi ölmüştü ancak sadece üç kişinin adları verilmişti. Bazı Yunan kaynaklarına göre 15 ölü vardır ancak, daha sonra öldüğü iddia edilen bazı kişilerin Yunanistan’da yaşadığı anlaşılmıştır. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayri resmî rakamlara göre 300’dü. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Tecavüze uğrayanların 200’ü aştığı sanılır. Olaylar sırasında, resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayri resmî rakamlara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğradı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin 1 milyar liraydı.
- 1956’da kurulan Ad Değiştirme İhtisas Komisyonu çalışmaları, 1959’da İl İdaresi Kanunu’nun 2. Maddesi’nde yapılan değişiklikle uygulamaya konuldu. Bu kurulca, 1978’e kadar yaklaşık 75 bin yerleşme adı incelendi ve bunlardan 28 bin kadarı değiştirildi. 1983’ten sonra da ufak çaplı değişiklik hamleleri yapıldı.
- 1964 Kararnamesi Atatürk ve Venizelos arasında 1930 yılında imzalanan ‘Dostluk Antlaşması’ bir hükümet genelgesiyle, Türk hükümetince tek taraflı olarak iptal edilmişti. Hükümet, önce Türkiye’deki Yunan uyrukluların tapu müdürlüklerindeki işlemlerini durdurdu, ardından da bankalardaki paralarını bloke kararı aldı. Türkiye’de doğup büyümüş, burada ticaret yapan, esnaflık yapan, emekçilik yapan Yunanistan vatandaşı Rumlar sınır dışı edildiler.
- 26 Ocak 1970 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın Arapların hezimetiyle sonuçlanması ve 1969’da Müslümanlarca kutsal sayılan Mescid-i Aksa’nın fanatik bir Yahudi tarafından kundaklanmasının tırmandırdığı anti semitik atmosferde, Necmettin Erbakan Milli Nizam Partisi’ni kurdu. Partiye masonların ve Siyonistlerin alınmayacağını ilan eden Erbakan ve arkadaşları ‘beynelmilel Yahudilik’, ‘beynelmilel Siyonizm’, ‘Nil’den Fırat’a Büyük İsrail’, ‘Ortak Pazar Siyonizmin bir oyunudur’ ‘Ortak Pazar’a girmek Türkiye’nin İsrail’e bir vilayet olmasıyla sonuçlanabilir’, ‘İsrail Güney Amerika’ya nakledilmelidir’ gibi fikirlerin mucidi olarak, antisemitizm tarihçemize önemli katkılar yaptılar.
- 1974’te İstanbul’daki Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile Hazine arasında 1971’de görülmeye başlanan bir dava sonunda, 1936 Beyannamesi uyarınca mal edinilemeyeceği hükmü uygulanmaya başladı. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, verdiği kararda Türkiye’deki azınlıkları Türk olmayanlar olarak değerlendirmişti.
- 1974 tarihli UNESCO Raporu’na göre yüzyılın başında Ermeni cemaatine ait 2.538 kilise ve 451 manastır varken, geriye sadece 913 kilise ve manastır kalmıştı. Tehcirden sonra Ermeni köy ve şehirlerine yerleştirilen Müslüman ahalinin ilk işi, merkezi ve güzel kiliseleri camiye çevirmek olmuştu. Gerisi ambar, depo ve tavla olarak kullanıldı. Meclis’in Türkçü-ırkçı kanadından Dr. Rıza Nur, Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’e yolladığı 25 Mayıs 1921 tarihli mektupta, “Ani şehrine ait izlerin yeryüzünden temizlenmesi başarılırsa bunun Türkiye’ye büyük bir hizmet olacağını” söylemişti, neyse ki Karabekir böyle bir girişimin gerek dünyadan gerekse Türkiye’deki Ermeni toplumundan büyük tepki göreceğini söyleyerek reddetmişti. Geriye kalan 913 kilise ve manastırdan 464’ü tamamen yıkıldı. 252’si yıkılmaya terk edildi, 197’si ise ciddi restorasyon gerektiriyor.
- 6 Eylül 1986 İstanbul Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na Filistinli Abu Nidal Örgütü’ne bağlı teröristler tarafından yapılan bombalı ve makineli tüfekli saldırısında 22 kişi öldü ancak olay büyük tepki yaratmadı, çünkü Filistin davasına kamuoyunda büyük sempati vardı.
- 1985-1990 arasında PKK’ya karşı korucu olmayı reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilen Yezidiler kitlesel olarak Batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldılar.
- 15 Kasım 2003 Şişli’deki Beth İsrail Sinagogu ile Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na Müslüman Türk teröristleri tarafından intihar saldırısı yapıldı, 23 kişi öldü, 70’den fazla kişi yaralandı.
- 5 Şubat 2006 Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro 16 yaşında bir genç tarafından bıçaklanarak öldürüldü.
- 19 Ocak 2007’de Agos’un genel yayın yönetmeni Hrant Dink öldürüldü.
- 18 Nisan 2007 Malatya’da yedi genç Hıristiyanlıkla ilgili yayın yapan Zirve Yayınevi’ni basarak üç büro çalışanını öldürdüler.
* Ayşe Hür’ün 16 Nisan 2011’de Uluslararası Nefret Söylemi Konferansı’nda yaptığı konuşmadan özetlenmiştir.
Kaynak: Agos
5 Haziran 2011 Pazar
Çalmamayı öğütleyen çalar mı
Bir örnek olarak GREENPEACE adıyla faaliyet gösteren sivil toplum örgütü gösterilebilir.
Düşünsenize http://tr.wikipedia.org/wiki/Greenpeace adresinde 2008 yılında 2,86 milyonluk bir üye kitlesinden bahsedilmekte. Gönüllüler ve destekçilerle birlikte bu sayı kaçları bulur acaba?
Peki, çalmamayı öğütleyen çalar mı?
Nasıl olur da kardeşine: -gözünde mertek var çıkarayım. dersin. Önce kendi gözündeki kıymığı çıkar ki kardeşinin gözündeki merteği daha net göresin.
![]() |
Saha çalışmasındaki greenpeace görevlisinin giydiği kostüm plastik. |
![]() |
Saha çalışmasındaki greenpeace görevlisinin kullandığı telefon maketi plastik. |
Yani,
bunca insan, (greenpeace üyeleri için söylüyorum) petrol türevi hammaddelerden üretilmiş ürünleri tüketmeyi bıraksa, gündelik yaşamda karşı çıktıkları çıkarcı ve tüketimi körükleyen kapitalist sistemin çarklarının dışına çıksa, cep telefonu kullanmaktan vaz geçse, vb...
Fosil yakıtla çalışan teknelerle petrol tankerleri ve balina avcılarına karşı yürüttükleri eylemlerden daha gerçekçi olmaz mı?
Başkalarından daha az'ım
Bazan bakarım da, ne çok şey yaşamıştır insanlar bana oranla. Ve ben ne az şey onlara göre.
Garip bir şekilde imrenirim zaman zaman.
Benden çok mutlu olmuşlardır.
Benim ise mutlu olmaya pek vaktim olmaz aynı şartlarda aynı olayları yaşasam bile. Çünkü düşünmek zorundayımdır.
Mutsuzluk için de geçerlidir aynı şey.
Bana göre değildir sevgimi göstermek için sarılmak, şapur şupur öpmek.
Bana göre değildir tepine tepine dans etmek müziği beğendiğimin göstergesi olarak.
Yoo eleştirmiyorum tüm bu tavırları. Kıyas bu sadece. Çünkü, dedim ya bu gibi durumların tamamında düşünmekle meşgulüm ben. Bu, benim tepkim duruma verdiğim ve diğerleri, diğer insanların tepkisi.
Onlar kendi yaşamlarını yaşıyorlar, doğal olarak tepkileridir o yaşananları onlara özel kılan.
Bana göre iyi ve kötü, güzel ve çirkinden önceliklidir doğru ve yanlış.
Bakıyorum da ne az sevgilim olmuş, ne kadar az insanla yatak paylaşmışım; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne az ezilmişim, ne kadar az insan becerebilmiş üzerimde baskı kurmayı; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne az arkadaşım olmuş, ne kadar az insan kazıklayabilmiş beni; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne az seviyorum sanmışım, ne kadar az insanı kırmışım; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne az mutlu olmuşum, ne kadar az mutsuzluğa düşmüşüm; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne çok sevmişim, ne kadar çok insanın haberi yok bundan; iyi olmuş...
Garip bir şekilde imrenirim zaman zaman.
Benden çok mutlu olmuşlardır.
Benim ise mutlu olmaya pek vaktim olmaz aynı şartlarda aynı olayları yaşasam bile. Çünkü düşünmek zorundayımdır.
Mutsuzluk için de geçerlidir aynı şey.
Bana göre değildir sevgimi göstermek için sarılmak, şapur şupur öpmek.
Bana göre değildir tepine tepine dans etmek müziği beğendiğimin göstergesi olarak.
Yoo eleştirmiyorum tüm bu tavırları. Kıyas bu sadece. Çünkü, dedim ya bu gibi durumların tamamında düşünmekle meşgulüm ben. Bu, benim tepkim duruma verdiğim ve diğerleri, diğer insanların tepkisi.
Onlar kendi yaşamlarını yaşıyorlar, doğal olarak tepkileridir o yaşananları onlara özel kılan.
Bana göre iyi ve kötü, güzel ve çirkinden önceliklidir doğru ve yanlış.
Bakıyorum da ne az sevgilim olmuş, ne kadar az insanla yatak paylaşmışım; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne az ezilmişim, ne kadar az insan becerebilmiş üzerimde baskı kurmayı; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne az arkadaşım olmuş, ne kadar az insan kazıklayabilmiş beni; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne az seviyorum sanmışım, ne kadar az insanı kırmışım; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne az mutlu olmuşum, ne kadar az mutsuzluğa düşmüşüm; iyi olmuş...
Bakıyorum da ne çok sevmişim, ne kadar çok insanın haberi yok bundan; iyi olmuş...
26 Mayıs 2011 Perşembe
Neden?..
Neden insanlara durmaksızın: Yanlışsın, çünkü benim gibi düşünmüyor ve benim inandığıma inanmıyorsun. diyoruz.
Ve neden bizim gibi olması için sürekli baskı uyguluyoruz?
Biz bizim gibilerin arasında böylesine mi büyük bir yalnızlık içindeyiz.
Yo, -Onlar doğruya gelsinler ve rahat etsinler diye. demeyin sakın, inanmam.
En hafif şekliyle ahmaklıkla itham ederim sizi.
Daha ağır haliyle ise, -Yalancısınız. derim yüzünüze karşı.
Her birimiz hayatımızda çok net olarak deneyimlemişizdir ateş ve yakıcılığını. Bazılarımız ateşle değil belki, ama istisnasız herkes böylesi bir deneyim yaşamıştır.
Çocuktum, evimizde odun sobası vardı. Ve alevlerin hareketi, rengi vb. nitelikleri olağanüstü bir şekilde tüm benliğimi cezbediyordu. Benim sobaya doğru yaptığım her hamlede babam: -Hayır, yanarsın. diyordu. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok tekrarlanmıştır bu döngü. Ama sonunda zafer benim oldu, babamın farketmediği bir an kucakladım sobayı. Babam çıldırmış gibiydi beni koruyamadığı için, annemse: -Şimdi tamam işte. dedi -Artık öğrendi ve bir daha dokunmayacak.
Yani
-Bir musibet bin nasihatten iyidir.
-Deneyimlemediğin bilgiye sahip değilsindir.
Şimdii...
Bu meselden yola çıkarsak, hangisi daha iyidir ve doğru sonuç doğurur?
Yanlış olduğunu düşündüklerinizin hayatını çekilmez hale getirircesine kafasının etini yemeniz mi?
Yoksa doğruluğunuzu yaşayarak örnek olmak mı?
Yaşamının tamamını karanlıkta geçirmiş birine ışığı anlatmaktan daha büyük bir abesle iştigal düşünemiyorum. Adamı aydınlığa çıkarsanız veya aydınlığı adama gösterseniz çok daha gerçekçi ve etkili olmaz mı? Yıllarca da anlatsanız o karanlıktaki adamın deneyimlemediği bir şeyi kabul etmesini nasıl umabilirsiniz. Kaldı ki kabul etse bile ancak dogma olarak kabul eder.
"Bir yolun doğru olup olmadığı, onu izleyenlerin sayısıyla belirlenir." gibi aptalca bir düşünce içinde iseniz şuna ne diyeceksiniz, merak ediyorum doğrusu.
Oldukça çok sayıda insan
Deodorantların kullanımının doğru olduğunu hayatlarında uygulayarak savundular.
Ve sonuç?
Katliam denebilecek düzeyde dünyanın dengesine olumsuz katkıda bulundular.
Oldukça çok sayıda insan
Kafirlerin Allah'a kazandırlması gerektiğine inanarak Allah adına, inanmayanları temizlemek için canla başla çalıştılar.
Ve sonuç?
İzleri hala silinemeyen, köklü kinler oluşturmuş soykırımlar.
Oldukça çok sayıda insan
Bazı insanların sahip olduklarını, kendilerinin daha iyi değerlendireceğini düşünerek dev boyutlarda bir sömürü düzeni oluşturdular ve bu düzeni korumak için kan dökmekten bile çekinmediler, çekinmiyorlar.
Ve sonuç?
Dünyanın neredeyse her yerinde ardı arkası kesilmeyen savaşlar.
Neden? Neden insan yaptıklarının sonuçlarıyla değil de sebepleriyle değerlendiriyor kendini?
Neden? Neden insan hala bindiği dalı kesmekte olduğunun farkına varmamakta inat ediyor?
Neden? Neden Hıristiyanların boğazları kesilerek infaz ediliyorlar?
Neden? Neden Müslümanlar istisnasız terörist addedilerek ülkeleri işgal ediliyor?
Neden? Neden Zenciler insanlığın pisliği gibi görülüyor ve hala yokedilmeye çalışılıyor?
Neden? Hıristiyanlar ve Müslümanlar hala birbirlerini kafir olarak addediyorlar?
Ve Neden? Neden tüm bu aptallıkları legalize etmek için Allah adını kullanıyorlar?
Eğer: Eğer Allah adil ise, kendisi yargılayıp karşılığını vermeyecek midir tüm yapılanların?
Ve eğer: Eğer Allah adil ise, ey aptal insanoğlu Allah adına yaptığını söylediğin bu katliamların da karşılığı verilmeyecek midir?
Pis kokmak diye ürettiğiniz bir kavramdan ötürü kokmamak için deodorantlara saldırdınız, artık kokmuyorsunuz, kokamıyorsunuz çünkü delinen ozon tabakasından yeryüzüne ulaşan morötesi ışınlar sayesinde pek çoğunuz kokmaya fırsat bulamadan kanserden ölüyorsunuz.
Devam edin, hızlı yaşayın. Emin olun cesediniz yakışıklı olacak erken öleceğiniz için.
Ama cesetleriniz hiç bir halta yaramaz ki?
Ve neden bizim gibi olması için sürekli baskı uyguluyoruz?
Biz bizim gibilerin arasında böylesine mi büyük bir yalnızlık içindeyiz.
Yo, -Onlar doğruya gelsinler ve rahat etsinler diye. demeyin sakın, inanmam.
En hafif şekliyle ahmaklıkla itham ederim sizi.
Daha ağır haliyle ise, -Yalancısınız. derim yüzünüze karşı.
Her birimiz hayatımızda çok net olarak deneyimlemişizdir ateş ve yakıcılığını. Bazılarımız ateşle değil belki, ama istisnasız herkes böylesi bir deneyim yaşamıştır.
Çocuktum, evimizde odun sobası vardı. Ve alevlerin hareketi, rengi vb. nitelikleri olağanüstü bir şekilde tüm benliğimi cezbediyordu. Benim sobaya doğru yaptığım her hamlede babam: -Hayır, yanarsın. diyordu. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok tekrarlanmıştır bu döngü. Ama sonunda zafer benim oldu, babamın farketmediği bir an kucakladım sobayı. Babam çıldırmış gibiydi beni koruyamadığı için, annemse: -Şimdi tamam işte. dedi -Artık öğrendi ve bir daha dokunmayacak.
Yani
-Bir musibet bin nasihatten iyidir.
-Deneyimlemediğin bilgiye sahip değilsindir.
Şimdii...
Bu meselden yola çıkarsak, hangisi daha iyidir ve doğru sonuç doğurur?
Yanlış olduğunu düşündüklerinizin hayatını çekilmez hale getirircesine kafasının etini yemeniz mi?
Yoksa doğruluğunuzu yaşayarak örnek olmak mı?
Yaşamının tamamını karanlıkta geçirmiş birine ışığı anlatmaktan daha büyük bir abesle iştigal düşünemiyorum. Adamı aydınlığa çıkarsanız veya aydınlığı adama gösterseniz çok daha gerçekçi ve etkili olmaz mı? Yıllarca da anlatsanız o karanlıktaki adamın deneyimlemediği bir şeyi kabul etmesini nasıl umabilirsiniz. Kaldı ki kabul etse bile ancak dogma olarak kabul eder.
"Bir yolun doğru olup olmadığı, onu izleyenlerin sayısıyla belirlenir." gibi aptalca bir düşünce içinde iseniz şuna ne diyeceksiniz, merak ediyorum doğrusu.
Oldukça çok sayıda insan
Deodorantların kullanımının doğru olduğunu hayatlarında uygulayarak savundular.
Ve sonuç?
Katliam denebilecek düzeyde dünyanın dengesine olumsuz katkıda bulundular.
Oldukça çok sayıda insan
Kafirlerin Allah'a kazandırlması gerektiğine inanarak Allah adına, inanmayanları temizlemek için canla başla çalıştılar.
Ve sonuç?
İzleri hala silinemeyen, köklü kinler oluşturmuş soykırımlar.
Oldukça çok sayıda insan
Bazı insanların sahip olduklarını, kendilerinin daha iyi değerlendireceğini düşünerek dev boyutlarda bir sömürü düzeni oluşturdular ve bu düzeni korumak için kan dökmekten bile çekinmediler, çekinmiyorlar.
Ve sonuç?
Dünyanın neredeyse her yerinde ardı arkası kesilmeyen savaşlar.
Neden? Neden insan yaptıklarının sonuçlarıyla değil de sebepleriyle değerlendiriyor kendini?
Neden? Neden insan hala bindiği dalı kesmekte olduğunun farkına varmamakta inat ediyor?
Neden? Neden Hıristiyanların boğazları kesilerek infaz ediliyorlar?
Neden? Neden Müslümanlar istisnasız terörist addedilerek ülkeleri işgal ediliyor?
Neden? Neden Zenciler insanlığın pisliği gibi görülüyor ve hala yokedilmeye çalışılıyor?
Neden? Hıristiyanlar ve Müslümanlar hala birbirlerini kafir olarak addediyorlar?
Ve Neden? Neden tüm bu aptallıkları legalize etmek için Allah adını kullanıyorlar?
Eğer: Eğer Allah adil ise, kendisi yargılayıp karşılığını vermeyecek midir tüm yapılanların?
Ve eğer: Eğer Allah adil ise, ey aptal insanoğlu Allah adına yaptığını söylediğin bu katliamların da karşılığı verilmeyecek midir?
Pis kokmak diye ürettiğiniz bir kavramdan ötürü kokmamak için deodorantlara saldırdınız, artık kokmuyorsunuz, kokamıyorsunuz çünkü delinen ozon tabakasından yeryüzüne ulaşan morötesi ışınlar sayesinde pek çoğunuz kokmaya fırsat bulamadan kanserden ölüyorsunuz.
Devam edin, hızlı yaşayın. Emin olun cesediniz yakışıklı olacak erken öleceğiniz için.
Ama cesetleriniz hiç bir halta yaramaz ki?
9 Mayıs 2011 Pazartesi
O'nu gördüm ama yapmam gerekeni yapmadım. Kapıyı çalıyordu ama açmadım.
Matta 25:35
Çünkü acıkmıştım,
bana yiyecek verdiniz;
susamıştım,
bana içecek verdiniz;
yabancıydım,
beni içeri aldınız. (Yapmadım, içeri almadım)
36
Çıplaktım,
beni giydirdiniz; (Sormadım bile)
hastaydım,
benimle ilgilendiniz; (Sormadım bile)
zindandaydım,
yanıma geldiniz.' (İçinde yaşadığı mahkumiyeti merak bile etmedim)
Çünkü acıkmıştım,
bana yiyecek verdiniz;
susamıştım,
bana içecek verdiniz;
yabancıydım,
beni içeri aldınız. (Yapmadım, içeri almadım)
36
Çıplaktım,
beni giydirdiniz; (Sormadım bile)
hastaydım,
benimle ilgilendiniz; (Sormadım bile)
zindandaydım,
yanıma geldiniz.' (İçinde yaşadığı mahkumiyeti merak bile etmedim)
Benim için çok acı bir olay yaşadım bu gün.
Annemi kontrol etmek için gittiğim hastanenin duvarı dibinde bir kadıncağız oturuyordu. Elinde bir koli mukavvası parçası ve üzerinde şu yazı: "ZOR DURUMDAYIM YARDIM EDİN LÜTFEN". Ben hastaneye giderken önünden geçtim ve prensiplerim gereği para falan vermedim. Dönüşümde hala oradaydı. Yine geçtim önünden ve yine bir şey vermedim...
Ama farklıydı. Mavi ojeli tırnakları, büyük halka küpeleri, kimseyi görmemek için kaldırımda bir noktaya sabitlenmiş bakışları, çok da kirli olmayan yüzü, absürd olmayan giyimi... farklıydı işte. Ne bileyim.
Geri döndüm ve yine geçtim önünden, onun oturduğu yere yakın bir dönerciye girdim akşam yemeğimi almak için. İki yarım ekmeğe döner yaptırdım ve iki de ayran aldım. Çıktım, tekrar önünden geçtim. Olmadı, yapamadım, eve gidemedim, tekrar dönüp yanına gittim:
-Para veremem ama yiyeceğimi paylaşmama izin verir misin? diye sordum.
İrkilerek tiz bir -Hiiiii çıktı ağzından. Ve o ana kadar sabitlenmiş olan bakışlarını çevirdi bana.
Gözlerimin içine bakıyordu. Bütün soykırımları gördüm o bakışta, tüm katliamları, işkenceleri, sömürüyü, adaletsizliği... Haçını taşıyan Mesih'i gördüm orada...
-Benim için mi aldınız? dedi ve ekledi. Teşekkür ederim.
Ve ben onu orada o yokoluşun ortasında terkederek geldim evime, oturdum Face'in başına ve başladım felsefe yapmaya.
Bir hayat yokoluşa sürükleniyordu dışarıda ama ben varoluşun ilkelerini tartışıyordum içeride.
Aşağıdaki mesajı farkettim bana yazılan:
selam
Benim BABAANNEM DE ermeniydi.. Cok aci bir yasam öyküsü vardir..
Babam ondan kalan tek cocuktu.. 3 aylik bebekken, müslüman gecinen dedemler babami elinden alip, Hitler tarzina yakin insanlik disi vijdansizlikla, bir kis gecesi karda sogukta kadincagizi disari atmislar..
Babam 21 yaslarinda askerken, annesini tesadüf eseri yeniden bulmus.. Ama kadincagiz, son 4 senesini hastalikla gecirerek 6 yil yasamis :-((( Babami da 3 yil kaybettik.
Aşağıdaki cevabı da düşündüğüm an irkildim. Farkına vardım ki hayat düşünülesi değil yaşanasıdır. Çıktım onun oturduğu yere gittim ama artık orada değildi. Kahrettim kendime. Döndüm ve aşağıdaki cevabı yazdım.
Selam sevgili ....... Hiç düşündün mü neden çok acı gelir bu olaylar bize? Biz yaşadığımız için. Hiç düşündün mü, bir ermeni veya bir yahudi ataları için duyduğu acıyı kızılderililer veya mağribiler için de duyar mı? Sevgili kardeşim, dünya olarak adlandırdığımız bu gezegende doğrudan veya dolaylı olarak katkımız var tüm acı ve tatlı olaylarda. Yaşadığımız acılar ve kayıplar gelecekteki acıları ve kayıpları engelleyebilmemiz için uyarmalı bizi. Yoksa boşa gitmiş olur tüm o çekilenler ve kaybedilenler.
7 Mayıs 2011 Cumartesi
Dağdaki Vaaz'dan Matta 5:3-9
3 "Ne mutlu ruhta yoksul olanlara! Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır. Ne acıdır ki bu sözü dogma olarak kabul edenler de vardır. Bu söz dogma kabul edilemeyecek kadar ayakları yere basan, gerçekçi bir saptamadır. İnsan kendisine pompalanan popüler sosyal kültür sebebiyle tapma düzeyinde beklentiler yaratır. Yarattığı beklentiler ruhunu zenginleştirir, ancak karşılanamayan beklentiler de mutsuzluk yaratarak, çevresinde olumsuz atmosfer doğuran bir adama sebep olur. Oysa "ruhta fakir" olan kişi zaruretler dışında beklenti üretmez. Doğal olarak bu da zaruretler dışında her elde edilenin ekstra olmasını ve mutluluk yaratmasını sağlar. Mutlu insan mutsuzun aksine çevresinde olumlu bir atmosfer doğurur (ayrıca "ruhta fakir" olan maskelere de gereksinim duymayacağı için doğru adamdır). Bu atmosfer zamanla ve çevrenin (elverişli ise) uyum yeteneğiyle orantılı olarak mutlu bir topluma yol açar. Genel saptamanın allahın insanları ebediyen mutlu olmaları için yarattığı göz önüne alındığında: Mutlu insanın sebep olduğu bu mutlu topluma tam olmasa da "göklerin egemenliği" denebilir.
4 Ne mutlu yaslı olanlara! Çünkü onlar teselli edilecekler. Bir önceki ayet gibi son derece ayakları yere basan ve gerçekçi bir ayet daha: Yaslı olmak ve teselli edilmek; kimsenin istemediği şeyler, kimse teselli edilmeyi istemiyor çünkü yası istemiyor. Bu durum gerçeğin inkarından başka bir şey değil. Yaşam, hayat, evren, gerçeklik, realite... her ne adla anarsanız anın mutlaka oluşum, gelişim ve son döngüsüne uymaktadır. Bu döngünün varlığı ve insan gücü ile değiştirilemezliği kabul edilerek, bir önceki ayette söz ettiğimiz beklentilerin abartılması durumunu yaratmaz ve sonu oluşum kadar doğal kabul edebilirsek zaten teselliye gerek kalmayacaktır. Çünkü tesellisi kendinde olan bir yasa dönüşür.
5 Ne mutlu yumuşak huylu olanlara! Çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar. Ve devam ediyoruz: "yumuşak huylu olmak mı? deli misiniz siz, bu acımasız dünya düzeninde mi? ne yani alemin kerizi ben mi olacağım." tanıdık geldi mi bu sözler? Başlığı okuyan neredeyse her kesin ağzından otomatik olarak döküldüğünü ben bile hissettim. Hissettim hissetmesine de burada bahsedilen yumuşak huyluluğu neden sazla ulu çınarın (bataklık kenarındaki her rüzgara eğilen ve eğilmeyip üstüne üstlük eğilen sazı hor gören çınarın kasırgayla karşılaşmaları durumunda sazın yine aynı eğilmeyle canını kurtarması oysa çınarın kökünden sökülmesi ve ölmesi) hikayesindeki gibi algılamaktan bu kadar uzağız? Bir düşünsenize hangisi dünyayı miras aldı? Kökünden sökülerek ölen çınar mı? Yaşamına devam eden saz mı? Hangisi daha güçlü?
6 Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara! Çünkü onlar doyurulacaklar. Devam ediyor dağdaki vaaz: "Çünkü onlar doyurulacaklar." Kimin doyurmasını bekler insanoğlu? Neden kavramak istemez doğrunun realite olduğunu? Ve realitenin doyumunun kendinde olduğunu? Neden mutlaka kendi yerine başkasının (genellikle ama yumuşatalım "en cüretkar şekliyle allahın") çalışmasını ister? Oysa isa'yı kavrayanlar daha iyi anlamış olmalılar ki: Tüm vaadettiklerinin çoğu önerdiği yaşam tarzının doğal sonuçlarıdır zaten. Allah ne yaptıysa kendi kurallarına aykırı yapmadı. Kurduğu sistemi kavramaya çalışan insanoğlu bu güne dek araştırp algılayabildiği her şeyin sebep sonuç ilişkisinden kaynaklandığını anladı. Bu konu da öyle. Birey doğruluğu aradığında, (tabii dogmatizme veya radikalizme kaymadıkça) ön yargılarından arınarak arı bir bilinçle aradığında, doymaması mümkün değildir. Çünkü tüm evren doğrulukla dolu ve bu doluluk bir insanın alabileceklerinin kat be kat fazlasıdır. Aç adamın mükellef ziyafet sofrasına oturmasına banzer; ne kadar yerse yesin, çatlayıp ölse bile hala yenecek şey vardır.
7 Ne mutlu merhametli olanlara! Çünkü onlar merhamet bulacaklar. Abartı mı? Günümüz dünya düzeninde merhametli olmak ha... kesinlikle aptallık. Evet aptallık ama merhametten kastedileni anlamayan için. Merhamet karşılıksız vermektir. Oysa hepimizin ağzında şu laf pelesenk olmuştur: "Yahu yapılan iyilikler söylenmez ama: Şu adi herifi de pislik çukurundan çıkardım şimdi suratımıza bakmıyor". Neden baksın ki? Sen zaten açıklamışsın: Sözde merhamet ederek, pislik çukurundan çıkardığın adam başka bir adamdı. O pislik çukurundaki adamdı ve senden merhameti öğrenmedi ki sen onu çıkarırken. Her şeyin bedeli olduğunu öğrendi. Yani ne verdiysen onu alıyorsun. Peki hiç düşündün mü? Kaç kişi senin hakkında aynı şekilde konuşuyor? Kısaca gerçekten merhamet eden biri olsaydın kimse senin hakkında da öyle konuşamazdı ve işte merhametli olarak bulduğun merhamet.
8 Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Çünkü onlar Tanrı'yı görecekler. Kimdir bu tanrı? Ki görebilmek için yüreğin temiz olması gerek. Ya da ne ilgisi var yüreğin temizliğiyle, tanrıyı görmenin? Aslında bana her zaman çok komik gelmiştir insanoğlunun tanrıyı arayışı. Çünkü aynı dine veya ideolojiye, ya da inanç sistemine diyelim, mensup olanların bile her birinin kafasındaki tanrı kavramı özgündür. Yani herkesin tanrısı kendi algılamları, istekleri, buldukları vb. ile şekillenir. Öyle ise: madem ki her kes kendi tanrısını kendi algılamlarıyla şekillendiriyorsa kendi içine baksa tanrısını görecektir. Neden göremez peki? Çünkü bakmaz. bakmak istemez. Bakamaz. Kendisi bile şekillendirmiş olsa, bilir ki o kavram temizdir. Ve kendisi kısa vadeli çıkarlar uğruna, saflığını satmaktadır. Kendi şekillendirdiği tanrıya bile ihanet eden bir aptallar güruhu. Bana şu sözü anımsatıyor: "Allah onları amaçsızlığa terketti.". Evet işte sonuç: İster içinde bulunduğunuz sistemin tanımladığı tanrı olsun isterse kendi şekillendirdiğiniz tanrı... Ona leke yakıştıramıyorsunuz. Oysa kendinizi satıyorsunuz. vaz geçseniz kendinizi kirletmekten zaten tanrının içinizde olduğunu göreceksiniz.
9 Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek. Başka bir sonuç beklenebilir mi ki? Önceki notları anımsarsak: Ruhta yoksul, yaslı, yumuşak huylu, doğruluğa acıkıp susayan, merhametli ve yüreği temiz değilseniz barış sağlayamazsınız. Çünkü arzulayacağınız barış sizin çıkarlarınıza hizmet etmek zorundadır. Yok eğer gerçek bir barış arzularsanız ve öncesinde saydığımız niteliklere de sahipseniz zaten barışı arzulayan olamazsınız. Barışı sağlarsınız. Ki bu da anormaldir (mevcut sisteme göre) ve mutlaka sorgulanır. İşine gelmeyenler dahil, sizi yok etmek isteyenler dahil, her kes istisnasız kabul edecektir ki göktensiniz. Çünkü yer (mevcut düzen) böylesi bir örneğe sahip değildir. Öyleyse barışı sağlayan yerden değildir.
3 Mayıs 2011 Salı
Ben bir ERMENİYİM
![]() |
Haçın üzerindeki harf Ermenice "e" harfi olup varoluşu simgeler.
Allah'ın hep var olduğu anlamında kullanılır.
|
Ben bir ERMENİ'yim.
Saygı istemiyorum, Ermeni olmayanlara gösterdiğinizden daha fazla.
Sevgi istemiyorum, insan olmamdan gayrı bir sebeple ya da zavallı azınlık olmam sebebiyle.
Özgürlük istemiyorum, kendini çoğunluk addedenlerinin özgürlüklerinden fazla.
Ben bir ERMENİ'yim.
İnkar etmem ya da değiştirmem mümkün değil.
Kayanın sert, suyun yumuşak olması kadar gerçek bir durum bu.
Kayaya balıklama atlamayı denemediğiniz gibi, beni de yok saymayı ya da yok etmeyi düşünmeyin.
Ben bir ERMENİ'yim ve varım.
Bir kaya kadar dayanıklı ve su kadar esnek.
Ben bir ERMENİ'yim.
26 Nisan 2011 Salı
Bir insan, milyonlarca doğandan biriydi ve milyonlarca ölenden biri oldu.
![]() |
Sevag Şahin Balıkçı Şehit mi maktül mü? Cevap bekleniyor. |
Sevag Şahin Balıkçı
Bir insan, milyonlarca doğandan biriydi ve milyonlarca ölenden biri oldu.
Yakınınmızda bizden olması sebebiyle acı daha gerçek daha anlamlı ve daha hissedilesi oldu ölen diğer milyonların yanında.
Belki?.. gerçekten bir şakalaşmaydı ve belki gerçekten bir kazaydı. Ama böyle olması durumunda olay daha da acı verici olmakta. Çünkü o zaman olayın içyüzünü saklayanların varlığından sözedilesi olmakta. Silahlı kuvvetler gibi bir kurumda bir belirsizlikten söz ediliyor olması?.. Ben de askerlik yaptım Türk Silahlı Kuvvetlerinde. Evet cahilane çok şakalarımız oldu ve pek çok kaza ucuz atlatıldı... Ama, sonu ölümle biten bir olayda (kaza ya da cinayet demiyorum), TSK gibi bir kurumda belirsizlik?..
Mevcut olasılıkları düşündüğümde:
1- Kazadır ve birlik komutanı siciline işlenmesin diye örtbas etmeye çalışıyor.
2- Cinayettir ve birlik komutanı siciline işlenmesin diye örtbas etmeye çalışıyor.
3- Kazadır ve 24 Nisan'a rastlaması sebebiyle infiale yol açmamak için TSK örtbas etmeye çalışıyor.
4- Cinayettir ve 24 Nisan'a rastlaması sebebiyle infiale yol açmamak için TSK örtbas etmeye çalışıyor.
5- Cinayettir ve birlik komutanı da s.ktir et gavuru diyerek vuranı koruma çabasındadır.
6- Cinayettir ve TSK bir gavur daha eksildi diye olayı belirsizliğe sürükleyerek örtbas etmektedir.
7- ...
8-...
Türkiye'de Ermeni olmakla ilgili tüm ırkdaşlarıma karşı verdiğim savaşımda, beni yalancı çıkaran TC devletine ve TSK'ne ne diyeceğimi bilemiyorum.
21 Nisan 2011 Perşembe
Siz ne dersiniz bilmem ama, Adam doğru mu söylemiş ne?
Naziler komünistleri götürdüklerinde sustum.
Çünkü ben komünist değildim.
Sendikacıları götürdüklerinde sustum.
Ben sendikacı da değildim.
Sosyalistleri içeri aldıklarında sesimi çıkarmadım.
Ben sosyalist değildim.
Yahudileri tutukladıklarında sustum.
Çünkü ben yahudi değildim.
Beni götürdüklerinde,
geride artık karşı çıkabilecek kimse kalmamıştı.
Martin Niemöller
Kimin yazdığını bilmiyorum, ama doğru her söz için kırk yıl köle olabilirim.
En değersiz gurur milli gururdur. Bu onunla gurur duyan kişinin bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanla paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan kişi, sürekli gözönünde bulundurduğu ülkesinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiç bir şeyi olmayan zavallı aptallar, son çare olarak ait oldukları ülkeleriyle gurur duyacaklardır. Şükür ki 100 tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez...
Çocuklarınızı iyi eğitin. Ayrım yapmayın kızlarınızla oğullarınız arasında. İnsan olarak yetiştirin.
Çocuklarınızı iyi eğitin. Ayrım yapmayın kızlarınızla oğullarınız arasında. İnsan olarak yetiştirin.
Namuslu olun ki örneği sağlam olsun. Kaygılanmayın, siz namusluysanız sizi örnek alacaktır.
Kısa giymenin avantaj ve dezavantajlarını öğretin. Kararı kendi versin ve saygı gösterin.
Kıskançlığın güvensizlikten kaynaklandığını, kıskanılan mı güvenilen mi olmak istediğini sorun.
Gururlanılması gerekenlerin olumsuz sonuçlar üretemeyeceğini, üretiyorsa kötü olduğunu, gururlanmamasını öğretin.
Arayıp neredesin ; kiminlesin vs. diyen biri ileyse seçiminin neden yanlış olduğunu öğretin, ama seçimine saygı duyun.
Aldatılmak aldatmayı doğurur. Öğretin.
İnsanlığı öğrenirse cinselliği zaten biliyor, saygılı olacaktır. Güvenin.
Kadın da insandır, duygu mekanizması farklı da olsa insandır.'ı öğretin. Kadın ve erkek sadece arkadaş da olabilirler, her karşı cins ilişkisi yatak içermez. Öğretin.
Dokunun, sarılın, kucaklayın, değer verin ve bunu gösterin çocuklarınıza ki sevgiyi öğrenmek zorunda kalmasınlar. Yaşasınlar.
Sahip çıkmak, sahiplenmek vb.nin gereksiz olduğunu insanın insanlığın parçası olduğunu öğretin. Gücünü kontrol etmeyi, yardım için kullanmayı ve insanlık içindeki yerini öğretin.
Küçük veya büyük, fakir veya zengin, aşağılık veya asil tümünün insanlık bütününün unsurları olduğunu ve fonksiyonlarının gerekliliğini öğretin.
Bunları öğretirseniz bir insan yetiştirirsiniz ama siz bilmiyorsanız nasıl öğretirsiniz?
Önce siz öğrenin.
Namuslu olun ki örneği sağlam olsun. Kaygılanmayın, siz namusluysanız sizi örnek alacaktır.
Kısa giymenin avantaj ve dezavantajlarını öğretin. Kararı kendi versin ve saygı gösterin.
Kıskançlığın güvensizlikten kaynaklandığını, kıskanılan mı güvenilen mi olmak istediğini sorun.
Gururlanılması gerekenlerin olumsuz sonuçlar üretemeyeceğini, üretiyorsa kötü olduğunu, gururlanmamasını öğretin.
Arayıp neredesin ; kiminlesin vs. diyen biri ileyse seçiminin neden yanlış olduğunu öğretin, ama seçimine saygı duyun.
Aldatılmak aldatmayı doğurur. Öğretin.
İnsanlığı öğrenirse cinselliği zaten biliyor, saygılı olacaktır. Güvenin.
Kadın da insandır, duygu mekanizması farklı da olsa insandır.'ı öğretin. Kadın ve erkek sadece arkadaş da olabilirler, her karşı cins ilişkisi yatak içermez. Öğretin.
Dokunun, sarılın, kucaklayın, değer verin ve bunu gösterin çocuklarınıza ki sevgiyi öğrenmek zorunda kalmasınlar. Yaşasınlar.
Sahip çıkmak, sahiplenmek vb.nin gereksiz olduğunu insanın insanlığın parçası olduğunu öğretin. Gücünü kontrol etmeyi, yardım için kullanmayı ve insanlık içindeki yerini öğretin.
Küçük veya büyük, fakir veya zengin, aşağılık veya asil tümünün insanlık bütününün unsurları olduğunu ve fonksiyonlarının gerekliliğini öğretin.
Bunları öğretirseniz bir insan yetiştirirsiniz ama siz bilmiyorsanız nasıl öğretirsiniz?
Önce siz öğrenin.
Krishnamurti diyor ki:
Gerçek eğitim, nasıl düşünüleceğini öğrenmektir.
Taklit etmek, benzemek değil, bulmak, keşfetmek... İşte eğitim budur.
Kötü bir araç hiç bir zaman iyi bir amaca hizmet edemez.
Gerçek öğrenci, hayatı boyunca öğrenmek için didinen kimsedir.
Yaşamanın kendisi bir öğretmendir. Biz de sürekli öğrenme süreci içindeyiz.
Kör inanç, dünyanın en büyük felaketlerinden biridir.
Yaşamak insanın doğru olanı kendi çabasıyla bulmasıdır. Bunu da ancak özgür olduğunuz zaman yapabilirisiniz.
Özgürlük için insanın içinde sevgi olmalı, sevgi olmazsa özgürlük hiç bir değeri olmayan bir kavramdan başka bir şey değildir.
Sevmek, bir karşılık beklememektir. Sevdiğiniz zaman bir şey verdiğinizi bile düşünmemelisiniz.
Korkunun olmadığı yerde sevgi vardır.
Şöyle içten gülmek, her şeyden tat almak, yaşama sevincini tatmak, güler yüzle hiç bir korku duymadan başkalarının yüzüne gözlerinizi kaçırmadan bakabilmek... İşte gönlü şen olmak budur.
İster genç, ister yaşlı olalım çoğumuzun hoşnutsuzluğunun nedeni istediğimiz bir şeyi elde edememektir.
Ölümü kendimize dert etmemizin nedeni benimsediğimiz, biriktirdiğimiz şeyleri yitirmekten korkuyor olmamızdır.
Ölümü kendine dert eden yalnızca insanlardır.
Siz sahip olma, üstün olma tutkusunda kendi güveninizin peşinde koşmaktan vazgeçmedikçe yeni bir dünya yaratmanın yolunu bulamazsınız.
Taklit etmek, benzemek değil, bulmak, keşfetmek... İşte eğitim budur.
Kötü bir araç hiç bir zaman iyi bir amaca hizmet edemez.
Gerçek öğrenci, hayatı boyunca öğrenmek için didinen kimsedir.
Yaşamanın kendisi bir öğretmendir. Biz de sürekli öğrenme süreci içindeyiz.
Kör inanç, dünyanın en büyük felaketlerinden biridir.
Yaşamak insanın doğru olanı kendi çabasıyla bulmasıdır. Bunu da ancak özgür olduğunuz zaman yapabilirisiniz.
Özgürlük için insanın içinde sevgi olmalı, sevgi olmazsa özgürlük hiç bir değeri olmayan bir kavramdan başka bir şey değildir.
Sevmek, bir karşılık beklememektir. Sevdiğiniz zaman bir şey verdiğinizi bile düşünmemelisiniz.
Korkunun olmadığı yerde sevgi vardır.
Şöyle içten gülmek, her şeyden tat almak, yaşama sevincini tatmak, güler yüzle hiç bir korku duymadan başkalarının yüzüne gözlerinizi kaçırmadan bakabilmek... İşte gönlü şen olmak budur.
İster genç, ister yaşlı olalım çoğumuzun hoşnutsuzluğunun nedeni istediğimiz bir şeyi elde edememektir.
Ölümü kendimize dert etmemizin nedeni benimsediğimiz, biriktirdiğimiz şeyleri yitirmekten korkuyor olmamızdır.
Ölümü kendine dert eden yalnızca insanlardır.
Siz sahip olma, üstün olma tutkusunda kendi güveninizin peşinde koşmaktan vazgeçmedikçe yeni bir dünya yaratmanın yolunu bulamazsınız.
Ahmak insan, İnsan ahmak!..
16 Nisan 2011 Cumartesi
24 Nisan'da neyi anacaksınız?
24 Nisan'da neyi anacaksınız?
Neyi anmanız gerektiğini Benim Rabb'im dediğiniz Mesih İsa şöyle açıklıyor!
Matta 18:21 Bunun üzerine Petrus İsaya gelip, "Ya Rab" dedi, "Kardeşim bana karşı kaç kez günah işlerse onu bağışlamalıyım? Yedi kez mi?" 22 İsa, "Yedi kez değil" dedi. "Yetmiş kere yedi kez derim sana. 23 Şöyle ki, Göklerin Egemenliği, köleleriyle hesaplaşmak isteyen bir krala benzer. 24 Kral hesap görmeye başladığında kendisine, borcu on bin talantı bulan bir köle getirildi. 25 Kölenin ödeme gücü olmadığından efendisi onun, karısının, çocuklarının ve bütün malının satılıp borcun ödenmesini buyurdu. 26 Köle yere kapanıp efendisine, 'Ne olur, sabret! Bütün borcumu ödeyeceğim' dedi. 27 Efendisi köleye acıdı, borcunu bağışlayıp onu salıverdi. 28 "Ama köle çıkıp gitti, kendisine yüz dinar borcu olan başka bir köleye rastladı. Onu yakalayıp, 'Borcunu öde' diyerek boğazına sarıldı. 29 Bu köle yüzüstü yere kapandı, 'Ne olur, sabret! Borcumu ödeyeceğim' diye yalvardı. 30 Ama ilk köle bunu reddetti. Gitti, borcunu ödeyinceye dek adamı zindana kapattı. 31 Öteki köleler, olanları görünce çok üzüldüler. Efendilerine gidip bütün olup bitenleri anlattılar. 32 "Bunun üzerine efendisi köleyi yanına çağırdı. 'Ey kötü köle!' dedi. 'Bana yalvardığın için bütün borcunu bağışladım. 33 Benim sana acıdığım gibi, senin de köle arkadaşına acıman gerekmez miydi?' 34 Bu öfkeyle efendisi, bütün borcunu ödeyinceye dek onu işkencecilere teslim etti. 35 "Eğer her biriniz kardeşini gönülden bağışlamazsa, göksel Babam da size öyle davranacaktır."
Matta 5:9 Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek. 10 Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır. 11 "Benim yüzümden insanlar size sövüp zulmettikleri, yalan yere size karşı her türlü kötü sözü söyledikleri zaman ne mutlu size!
Matta 5:21 "Atalarımıza, 'Adam öldürmeyeceksin. Öldüren yargılanacak' dendiğini duydunuz. 22 Ama ben size diyorum ki, kardeşine öfkelenen herkes yargılanacaktır 23-24 Bu yüzden, sunakta adak sunarken kardeşinin sana karşı bir şikâyeti olduğunu anımsarsan, adağını orada, sunağın önünde bırak, git önce kardeşinle barış; sonra gelip adağını sun.
Matta 5:38 " 'Göze göz, dişe diş' dendiğini duydunuz. 39 Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. 40 Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. 41 Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün. 42 Sizden bir şey dileyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin." 43 " 'Komşunu seveceksin, düşmanından nefret edeceksin' dendiğini duydunuz. 44 Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin. 45 Öyle ki, göklerdeki Babanızın oğulları olasınız. Çünkü O, güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine yağdırır. 46 Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, ne ödülünüz olur? Vergi görevlileri de öyle yapmıyor mu? 47 Yalnız kardeşlerinize selam verirseniz, fazladan ne yapmış olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyor mu? 48 Bu nedenle, göksel Babanız yetkin olduğu gibi, siz de yetkin olun."
Matta 26:52 O zaman İsa ona, "Kılıcını yerine koy!" dedi. "Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek.
24 Nisan'da neyi anacaksınız?
Bu sözleri SÖYLEYEN'in dirilişini mi, ölmüş olanları mı?
Luka 9:59 Bir başkasına, "Ardımdan gel" dedi. Adam ise, "İzin ver, önce gidip babamı gömeyim" dedi. 60 İsa ona şöyle dedi: "Bırak ölüleri, kendi ölülerini kendileri gömsün. Sen gidip Tanrının Egemenliğini duyur."
2. Timoteos 2:23 Saçma, cahilce tartışmalara girmeyi reddet. Bunların kavga doğurduğunu bilirsin. 24 Rabbin kulu kavgacı olmamalı. Tersine, herkese şefkatle davranmalı, öğretme yeteneği olmalı, haksızlıklara sabırla dayanmalıdır. 25 Kendisine karşı olanları yumuşak huyla yola getirmeli. Gerçeği anlamaları için Tanrı belki onlara bir tövbe yolu açar. 26 Böylelikle ayılabilir, isteğini yerine getirmeleri için kendilerini tutsak eden İblis'in tuzağından kurtulabilirler.
Yakup 1:12 Ne mutlu denemeye dayanan kişiye! Denemeden başarıyla çıktığı zaman Rabbin kendisini sevenlere vaat ettiği yaşam tacını alacaktır. 13 Ayartılan kişi, "Tanrı beni ayartıyor" demesin. Çünkü Tanrı kötülükle ayartılmadığı gibi kendisi de kimseyi ayartmaz. 14 Herkes kendi arzularıyla sürüklenip aldanarak ayartılır. 15 Sonra arzu gebe kalır ve günah doğurur. Günah olgunlaşınca da ölüm getirir. 16 Sevgili kardeşlerim, aldanmayın!
Neyi anmanız gerektiğini Benim Rabb'im dediğiniz Mesih İsa şöyle açıklıyor!
Matta 18:21 Bunun üzerine Petrus İsaya gelip, "Ya Rab" dedi, "Kardeşim bana karşı kaç kez günah işlerse onu bağışlamalıyım? Yedi kez mi?" 22 İsa, "Yedi kez değil" dedi. "Yetmiş kere yedi kez derim sana. 23 Şöyle ki, Göklerin Egemenliği, köleleriyle hesaplaşmak isteyen bir krala benzer. 24 Kral hesap görmeye başladığında kendisine, borcu on bin talantı bulan bir köle getirildi. 25 Kölenin ödeme gücü olmadığından efendisi onun, karısının, çocuklarının ve bütün malının satılıp borcun ödenmesini buyurdu. 26 Köle yere kapanıp efendisine, 'Ne olur, sabret! Bütün borcumu ödeyeceğim' dedi. 27 Efendisi köleye acıdı, borcunu bağışlayıp onu salıverdi. 28 "Ama köle çıkıp gitti, kendisine yüz dinar borcu olan başka bir köleye rastladı. Onu yakalayıp, 'Borcunu öde' diyerek boğazına sarıldı. 29 Bu köle yüzüstü yere kapandı, 'Ne olur, sabret! Borcumu ödeyeceğim' diye yalvardı. 30 Ama ilk köle bunu reddetti. Gitti, borcunu ödeyinceye dek adamı zindana kapattı. 31 Öteki köleler, olanları görünce çok üzüldüler. Efendilerine gidip bütün olup bitenleri anlattılar. 32 "Bunun üzerine efendisi köleyi yanına çağırdı. 'Ey kötü köle!' dedi. 'Bana yalvardığın için bütün borcunu bağışladım. 33 Benim sana acıdığım gibi, senin de köle arkadaşına acıman gerekmez miydi?' 34 Bu öfkeyle efendisi, bütün borcunu ödeyinceye dek onu işkencecilere teslim etti. 35 "Eğer her biriniz kardeşini gönülden bağışlamazsa, göksel Babam da size öyle davranacaktır."
Matta 5:9 Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek. 10 Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır. 11 "Benim yüzümden insanlar size sövüp zulmettikleri, yalan yere size karşı her türlü kötü sözü söyledikleri zaman ne mutlu size!
Matta 5:21 "Atalarımıza, 'Adam öldürmeyeceksin. Öldüren yargılanacak' dendiğini duydunuz. 22 Ama ben size diyorum ki, kardeşine öfkelenen herkes yargılanacaktır 23-24 Bu yüzden, sunakta adak sunarken kardeşinin sana karşı bir şikâyeti olduğunu anımsarsan, adağını orada, sunağın önünde bırak, git önce kardeşinle barış; sonra gelip adağını sun.
Matta 5:38 " 'Göze göz, dişe diş' dendiğini duydunuz. 39 Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. 40 Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. 41 Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün. 42 Sizden bir şey dileyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin." 43 " 'Komşunu seveceksin, düşmanından nefret edeceksin' dendiğini duydunuz. 44 Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin. 45 Öyle ki, göklerdeki Babanızın oğulları olasınız. Çünkü O, güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine yağdırır. 46 Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, ne ödülünüz olur? Vergi görevlileri de öyle yapmıyor mu? 47 Yalnız kardeşlerinize selam verirseniz, fazladan ne yapmış olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyor mu? 48 Bu nedenle, göksel Babanız yetkin olduğu gibi, siz de yetkin olun."
Matta 26:52 O zaman İsa ona, "Kılıcını yerine koy!" dedi. "Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek.
24 Nisan'da neyi anacaksınız?
Bu sözleri SÖYLEYEN'in dirilişini mi, ölmüş olanları mı?
Luka 9:59 Bir başkasına, "Ardımdan gel" dedi. Adam ise, "İzin ver, önce gidip babamı gömeyim" dedi. 60 İsa ona şöyle dedi: "Bırak ölüleri, kendi ölülerini kendileri gömsün. Sen gidip Tanrının Egemenliğini duyur."
2. Timoteos 2:23 Saçma, cahilce tartışmalara girmeyi reddet. Bunların kavga doğurduğunu bilirsin. 24 Rabbin kulu kavgacı olmamalı. Tersine, herkese şefkatle davranmalı, öğretme yeteneği olmalı, haksızlıklara sabırla dayanmalıdır. 25 Kendisine karşı olanları yumuşak huyla yola getirmeli. Gerçeği anlamaları için Tanrı belki onlara bir tövbe yolu açar. 26 Böylelikle ayılabilir, isteğini yerine getirmeleri için kendilerini tutsak eden İblis'in tuzağından kurtulabilirler.
Yakup 1:12 Ne mutlu denemeye dayanan kişiye! Denemeden başarıyla çıktığı zaman Rabbin kendisini sevenlere vaat ettiği yaşam tacını alacaktır. 13 Ayartılan kişi, "Tanrı beni ayartıyor" demesin. Çünkü Tanrı kötülükle ayartılmadığı gibi kendisi de kimseyi ayartmaz. 14 Herkes kendi arzularıyla sürüklenip aldanarak ayartılır. 15 Sonra arzu gebe kalır ve günah doğurur. Günah olgunlaşınca da ölüm getirir. 16 Sevgili kardeşlerim, aldanmayın!
6 Nisan 2011 Çarşamba
19 Mart 2011 Cumartesi
Yılda bir ??? günü yerine, barış içinde her gün insanlık günü kutlayabileceğimiz günlerin umuduyla.
Yahu bırakın kadını erkeği, kürdü ermeniyi, siyahı beyazı;
insan olmayı becermeye bakalım,
hepimiz, her zaman.
364 gün küfrettiklerime 365inci gün de küfretmiyorsam adaletsiz olmanın yanında ikiyüzlüyümdür de.
Özgürlük istedim her zaman;
kürde ya da ermeniye değil, her insana.
Eşitlik istedim her zaman;
kadına ya da erkeğe değil, her kese.
Kardeşlik istedim her zaman;
salt karındaşlar arasında değil, tüm varolanlar arasında.
insan olmayı becermeye bakalım,
hepimiz, her zaman.
364 gün küfrettiklerime 365inci gün de küfretmiyorsam adaletsiz olmanın yanında ikiyüzlüyümdür de.
Özgürlük istedim her zaman;
kürde ya da ermeniye değil, her insana.
Eşitlik istedim her zaman;
kadına ya da erkeğe değil, her kese.
Kardeşlik istedim her zaman;
salt karındaşlar arasında değil, tüm varolanlar arasında.
4 Mart 2011 Cuma
Ahkam kesmeyi savaşmaya yeğleyenler. (Bu yazıyı genelleme gibi görenler için; açıklamasıdır.)
Bazıları vardır, ("bazıları" hepsi değil) her yerde görürüz ama ne yazık ki genellikle mevki ve titr sahibi olmaları sebebiyle bulaşmaktan çekiniriz.
Ben bu tipleri enik olarak adlandırıyorum. Niye mi?
On yıllar önceydi, kumkapıda tren köprüsüne doğru yürüyordum, yakınımda da birisi elindeki tasmanın ucunda bir yavru köpekle birlikte benimle aynı yöne doğru yürüyordu. Derken tren geçmeye başladı, işte o an o enik korkuyla kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırarak adamın ayakları altına sindi. Tren gürültüyle geçmekte, enik ise sindiği yerden korkuyla seyretmekteydi. Zaman geçti, tren geçti, gürültü bitti ve o sinik enik, o korkudan nefes almayı bile unutmuş olan enik fırlayıverdi sığındığı ayakların arasından ve canhıraş bir şekilde havlamaya başladı gitmiş olan trenin ardından.
İşte bu enik gibidir o bazıları, (yine "bazıları" hepsi değil) içinde bulundukları ortamda süt dökmüş kedi, yada daha doğrusu enik gibi kuyruk bacaklar arasında, birilerinin ayakları altına sinerler. Ve gün olur, devran döner, o bazıları mekanı terkeder, trenin geçmediği, gürültünün olmadığı (yani tuzları kurudur artık, sorunsuz bir yaşam sürmeye başlayanlar) bir mekana geçerler.
Geçtikleri mekanda kendilerini ("kendi kendilerini") DİASPORA halkı olarak adlandırırlar (yani "DİASPORA" adını kendilerine alan açmak için kullanırlar). Artık keyifleri yerine gelmiştir, gürültü yoktur, korku sebebi yoktur (tuzları kurudur). Ve başlarlar canhıraş bir şekilde havlamaya ("havlamaya" çünkü eleştirileri veya saptamaları objektif olmaktan uzaktır). Diğerlerinden, gürültülü mekanı terketmemeyi göze almışlardan ("terketmemeyi göze almışlardan" hepsi elbette objektif değildirler. yazı da bir genelleme değil zaten.) bazıları bu havlamaları dinlemeye çalışırlar. Ama nafile bir gayrettir. Anlam yoktur çünkü bu havlamalarda.
Savaşmaktansa cephe dışından ahkam kesmeyi tercih edenlerin havlamalarıdır bunlar.
Ben bu tipleri enik olarak adlandırıyorum. Niye mi?
On yıllar önceydi, kumkapıda tren köprüsüne doğru yürüyordum, yakınımda da birisi elindeki tasmanın ucunda bir yavru köpekle birlikte benimle aynı yöne doğru yürüyordu. Derken tren geçmeye başladı, işte o an o enik korkuyla kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırarak adamın ayakları altına sindi. Tren gürültüyle geçmekte, enik ise sindiği yerden korkuyla seyretmekteydi. Zaman geçti, tren geçti, gürültü bitti ve o sinik enik, o korkudan nefes almayı bile unutmuş olan enik fırlayıverdi sığındığı ayakların arasından ve canhıraş bir şekilde havlamaya başladı gitmiş olan trenin ardından.
İşte bu enik gibidir o bazıları, (yine "bazıları" hepsi değil) içinde bulundukları ortamda süt dökmüş kedi, yada daha doğrusu enik gibi kuyruk bacaklar arasında, birilerinin ayakları altına sinerler. Ve gün olur, devran döner, o bazıları mekanı terkeder, trenin geçmediği, gürültünün olmadığı (yani tuzları kurudur artık, sorunsuz bir yaşam sürmeye başlayanlar) bir mekana geçerler.
Geçtikleri mekanda kendilerini ("kendi kendilerini") DİASPORA halkı olarak adlandırırlar (yani "DİASPORA" adını kendilerine alan açmak için kullanırlar). Artık keyifleri yerine gelmiştir, gürültü yoktur, korku sebebi yoktur (tuzları kurudur). Ve başlarlar canhıraş bir şekilde havlamaya ("havlamaya" çünkü eleştirileri veya saptamaları objektif olmaktan uzaktır). Diğerlerinden, gürültülü mekanı terketmemeyi göze almışlardan ("terketmemeyi göze almışlardan" hepsi elbette objektif değildirler. yazı da bir genelleme değil zaten.) bazıları bu havlamaları dinlemeye çalışırlar. Ama nafile bir gayrettir. Anlam yoktur çünkü bu havlamalarda.
Savaşmaktansa cephe dışından ahkam kesmeyi tercih edenlerin havlamalarıdır bunlar.
1 Mart 2011 Salı
Ahkam kesmeyi savaşmaya yeğleyenler.
Bazıları vardır, her yerde görürüz ama ne yazık ki genellikle mevki ve titr sahibi olmaları sebebiyle bulaşmaktan çekiniriz.
Ben bu tipleri enik olarak adladırıyorum. Niye mi?
On yıllar önceydi, kumkapıda tren köprüsüne doğru yürüyordum, yakınımda da birisi elindeki tasmanın ucunda bir yavru köpekle birlikte benimle aynı yöne doğru yürüyordu. Derken tren geçmeye başladı, işte o an o enik korkuyla kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırarak adamın ayakları altına sindi. Tren gürültüyle geçmekte, enik ise sindiği yerden korkuyla seyretmekteydi. Zaman geçti, tren geçti, gürültü bitti ve o sinik enik, o korkudan nefes almayı bile unutmuş olan enik fırlayıverdi sığındığı ayakların arasından ve canhıraş bir şekilde havlamaya başladı gitmiş olan trenin ardından.
İşte bu enik gibidir o bazıları, içinde bulundukları ortamda süt dökmüş kedi, yada daha doğrusu enik gibi kuyruk bacaklar arasında, birilerinin ayakları altına sinerler. Ve gün olur, devran döner, o bazıları mekanı terkeder, trenin geçmediği, gürültünün olmadığı bir mekana geçerler.
Geçtikleri mekanda kendilerini DİASPORA halkı olarak adlandırırlar. Artık keyifleri yerine gelmiştir, gürültü yoktur, korku sebebi yoktur. Ve başlarlar canhıraş bir şekilde havlamaya. Diğerlerinden, gürültülü mekanı terketmemeyi göze almışlardan bazıları bu havlamaları dinlemeye çalışırlar. Ama nafile bir gayrettir. Anlam yoktur çünkü bu havlamalarda.
Savaşmaktansa cephe dışından ahkam kesmeyi tercih edenlerin havlamalarıdır bunlar.
Ben bu tipleri enik olarak adladırıyorum. Niye mi?
On yıllar önceydi, kumkapıda tren köprüsüne doğru yürüyordum, yakınımda da birisi elindeki tasmanın ucunda bir yavru köpekle birlikte benimle aynı yöne doğru yürüyordu. Derken tren geçmeye başladı, işte o an o enik korkuyla kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırarak adamın ayakları altına sindi. Tren gürültüyle geçmekte, enik ise sindiği yerden korkuyla seyretmekteydi. Zaman geçti, tren geçti, gürültü bitti ve o sinik enik, o korkudan nefes almayı bile unutmuş olan enik fırlayıverdi sığındığı ayakların arasından ve canhıraş bir şekilde havlamaya başladı gitmiş olan trenin ardından.
İşte bu enik gibidir o bazıları, içinde bulundukları ortamda süt dökmüş kedi, yada daha doğrusu enik gibi kuyruk bacaklar arasında, birilerinin ayakları altına sinerler. Ve gün olur, devran döner, o bazıları mekanı terkeder, trenin geçmediği, gürültünün olmadığı bir mekana geçerler.
Geçtikleri mekanda kendilerini DİASPORA halkı olarak adlandırırlar. Artık keyifleri yerine gelmiştir, gürültü yoktur, korku sebebi yoktur. Ve başlarlar canhıraş bir şekilde havlamaya. Diğerlerinden, gürültülü mekanı terketmemeyi göze almışlardan bazıları bu havlamaları dinlemeye çalışırlar. Ama nafile bir gayrettir. Anlam yoktur çünkü bu havlamalarda.
Savaşmaktansa cephe dışından ahkam kesmeyi tercih edenlerin havlamalarıdır bunlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)