12 Şubat 2015 Perşembe

Hıristiyan, günah ve hıristiyan yaşamı (1)

Kutsal kitaptan bu ayetleri
1. Yuhanna 3 Günah işleyen, yasaya karşı gelmiş olur. Çünkü günah demek, yasaya karşı gelmek demektir.
Özet: Günah yasaya aykırılıktır.
1.Timoteos 19-10 Çünkü biliyoruz ki, Yasa doğrular için değil, yasa tanımayanlarla asiler, tanrısızlarla günahkârlar, kutsallıktan yoksunlarla kutsala karşı saygısız olanlar, anne ya da babasını öldürenler, katiller, fuhuş yapanlar, oğlancılar, köle tüccarları, yalancılar, yalan yere ant içenler ve sağlam öğretiye karşıt olan başka ne varsa onlar için konmuştur.
Özet: Yasa günahkarlar içindir.
Efesliler 214-16 Çünkü Mesih’in kendisi barışımızdır. Kutsal Yasa’yı, buyrukları ve kurallarıyla birlikte etkisiz kılarak iki topluluğu birleştirdi, aradaki engel duvarını, yani düşmanlığı kendi bedeninde yıktı. Amacı bu iki topluluktan kendisinde yeni bir insan yaratarak esenliği sağlamak, düşmanlığı çarmıhta öldürmek ve çarmıh aracılığıyla bir bedende iki topluluğu Tanrı’yla barıştırmaktı
Özet: Yasa Tanrı ve insanı ayırır.
Galatyalılar 518 Ruh’un yönetimindeyseniz, Yasa’ya bağımlı değilsiniz.
Özet: Hıristiyan yasadan özgürdür.
Galatyalılar 310 Yasa’nın gereklerini yapmış olmaya güvenenlerin hepsi lanet altındadır. Çünkü şöyle yazılmıştır: “Yasa Kitabı’nda yazılı olan her şeyi sürekli yerine getirmeyen herkes lanetlidir.”
Özet: Yasa karşısında temiz olmak mümkün değildir.
Galatyalılar 319 Öyleyse Yasa’nın amacı neydi? Yasa suçları ortaya çıkarmak için antlaşmaya eklendi. Vaadi alan ve İbrahim’in soyundan olan Kişi gelene dek yürürlükte kalacaktı. Melekler yoluyla, bir aracı eliyle düzenlendi.
Özet: Çünkü yasa yanlışı tanımlamak üzere var kılındı.
Galatyalılar 325 Ama iman gelmiş olduğundan, artık Yasa’nın denetiminde değiliz.
Özet: Yanlışını ve yanlışlığını kabul eden yasadan özgürdür.
2. Korintliler 36 O bizi yazılı yasaya değil, Ruh’a dayalı yeni bir antlaşmanın hizmetkârları olmaya yeterli kıldı. Yazılı yasa öldürür, Ruh ise yaşatır.
Özet: Bedende değil, ruhta sünnetlilik.
Romalılar 7 7  Öyleyse ne diyelim? Kutsal Yasa günah mı oldu? Kesinlikle hayır! Ama Yasa olmasaydı, günahın ne olduğunu bilemezdim. Yasa, “Göz dikmeyeceksin” demeseydi, başkasının malına göz dikmenin ne olduğunu bilemezdim.
Özet: Tanım günahı doğurmaz, açıklar.
Romalılar 7 8 Ne var ki günah, bu buyruğun verdiği fırsatla içimde her türlü açgözlülüğü üretti. Çünkü Kutsal Yasa olmadıkça günah ölüdür.
Özet: Tanımlanmamış olan yoktur.
okuyunca günah ve günahlılık kavramını yeniden mi değerlendirmek gerekir diye düşündüm ve sonuç aşağıda.
Bu metine başlarken sürekli kullanacağım bir kelimenin metinde kullanılış anlamını özellikle belirtmek gerekiyor. Çünkü bu kelimeyi kullanılageldiği anlamında kullanmıyorum. Kelime “HIRİSTİYAN”. Kullandığım anlamı ise şöyle: İsa’nın öğretilerini yapan değil yaşayan kişi.
Günah nedir veya günah var mıdır?
Günah kelimesiyle tanımlanmış bir durum, bir eylem veya olgu varsa; günahın niteliğini tanımlamak için kullanılan kurallar (yasa) da var olmalıdır.
Kurallar (yasa) var ise; özü “yasadan özgür olmak” olan Hıristiyanlık, ya kendi içinde çelişkidedir, ya da çok az kişi dışında Hıristiyan yoktur.
İsa’nın yaşamı: Yetkinliğin, Etkinliğin, Bilgeliğin maddeleşmiş halidir.
Maddi olarak yetkindir:
Hastaları sağaltabilmiştir, doğa olaylarının olağan süreçlerini değiştirebilmiş veya kesintiye uğratabilmiştir, vs. vs.
Maddi olarak etkindir:
Yemiş, içmiş, yaşamış, iletişim kurmuş, yardım etmiş, talep etmiştir, vs. vs.
Maddi olarak bilgedir:
Maddi dünyada madde olarak var olmuş, varlığını sürdürmüş, varlığı sona ermiştir ama maddeye bağımlı olmamıştır. Dünyada olmuş ama dünyanın olmamıştır.
Her vaftizli vaftizdeki yağla kutsanma nedeniyle mesihtir.  Ama kendisine Hıristiyan denen veya kendisine Hıristiyan diyen her kes Hıristiyan değildir.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi Hıristiyan kelimesini tüm mevcut anlamlarından bağımsız olarak İsa’nın öğretilerini yaşayan bireyler için kullanıyoruz. İsa’nın öğretilerini yapanlar için değil.
Çünkü, İsa’nın öğretilerini yapanlar için bu öğretiler yasaya dönüşmüştür. Koloseliler 2 20-21 Mesih’le birlikte ölüp dünyanın temel ilkelerinden kurtulduğunuza göre, niçin dünyada yaşayanlar gibi, “Şunu elleme”, “Bunu tatma”, “Şuna dokunma” gibi kurallara uyuyorsunuz?  “Yasadan özgürlük”’ü vahyeden ve vazeden İsa’nın bahsettiği “Yasadan özgürlük” yasaya dönüşmüştür. Mevcut düzende ademoğulları İNSAN olmayı değil, insanlık yapmayı arzular olmuştur. Yazılarda Havari Petrus’un hikayesi bu durumun en güzel örneklerinden birini resmeder. Pentekost’a kadar İsa’nın öğretilerini yapmaya çalışan, sonrasında ise yaşayan biri vardır Havari Petrus’da.
Matta 2633 Petrus O’na, “Herkes senden ötürü sendeleyip düşse de ben asla düşmem” dedi. Matta 2635 Petrus, “Seninle birlikte ölmem gerekse bile seni asla inkâr etmem” dedi. Öğrencilerin hepsi de aynı şeyi söyledi. 
Ayetlerinde “inkar etmem” diyen Petrus, 
Matta 2674 Petrus kendine lanet okuyup ant içerek, “O adamı tanımıyorum!” dedi. Tam o anda horoz öttü75 Petrus, İsa’nın, “Horoz ötmeden beni üç kez inkâr edeceksin” dediğini hatırladı ve dışarı çıkıp acı acı ağladı. 
İsa yargılanırken İsa’yı inkar etmiştir. Pentekost’tan sonra ise tapınağın kapısındaki kötürüm dilenciye sarfettiği cümle ne demek istediğimizi çok iyi açıklamaktadır. 
Elçilerin İşleri31Bir gün Petrus’la Yuhanna, saat üçte, dua vaktinde tapınağa çıkıyorlardı. 2 O sırada, doğuştan kötürüm olan bir adam, tapınağın Güzel Kapı diye adlandırılan kapısına getiriliyordu. Tapınağa girenlerden para dilenmesi için onu her gün getirip oraya bırakırlardı. 3 Tapınağa girmek üzere olan Petrus’la Yuhanna’yı gören adam, kendilerinden sadaka istedi. 4 Petrus’la Yuhanna ona dikkatle baktılar. Sonra Petrus, “Bize bak” dedi. 5 Adam, onlardan bir şey alacağını umarak gözlerini onların üzerine dikti. 6 Petrus, “Bende altın ve gümüş yok, ama bende olanı sana veriyorum” dedi. “Nasıralı İsa Mesih’in adıyla, yürü!” 7 Sonra onu sağ elinden kavrayıp kaldırdı. Adamın ayakları ve bilekleri o anda sapasağlam oldu. 
Bende altın ve gümüş yok………Dünyadayım ama dünyanın değilim. BİLGELİK
ama bende olanı sana veriyorum……...... Yapmıyor, yaşıyor. ETKİNLİK
Nasıra'lı İsa Mesih’in adıyla, yürü…….....Sağaltıyor. YETKİNLİK
Başa dönecek olursak; Günah, İsa’nın öğretilerini (İsa’yı) yaşamak dışında her şeydir. İsa’nın öğretilerini (İsa’yı) yaşamamaktır. Nitekim yazılmıştır:  "Yuhanna12 46 Bana iman eden hiç kimse karanlıkta kalmasın diye, dünyaya ışık olarak geldim. 47 Sözlerimi işitip de onlara uymayanı ben yargılamam. Çünkü ben dünyayı yargılamaya değil, dünyayı kurtarmaya geldim. 48 Beni reddeden ve sözlerimi kabul etmeyen kişiyi yargılayacak biri var. O kişiyi son günde yargılayacak olan, söylediğim sözdür.” 
Ve başka bir yerde de:
"Yuhanna3 19 Yargı da şudur: Dünyaya ışık geldi, ama insanlar ışık yerine karanlığı sevdiler.”
Beni reddeden ve sözlerimi kabul etmeyen kişiyi yargılayacak biri var.
O kişiyi son günde yargılayacak olan, söylediğim sözdür.
Bu iki cümleden elde edilen sonuç:
 “(yargılayacak biri) YARGIÇ=SÖZ (söylediğim söz)” ‘dür.
SÖZ ise “insanlar ışık yerine karanlığı seçtiler.”’dir.
İsa günahkar veya günahsız insandan bahsetmiyor. Yargıya müstahak olarak günah dediğimiz olgulardan bahsetmiyor. Tüm bunların ışığında günahı tanımlayacak tek yasanın ışık veya karanlığın seçilmesi olduğu sonucuna varabiliriz. Yargı ise seçimin doğal sonucudur.
Duyu ve algılarımız açısından değerlendirirsek; Işık var edendir. Çünkü ışık varsa görürüz ve var olanın varlığının farkındalığına sahip oluruz. Oysa ortam karanlıksa, yani ışık yoksa göremeyiz ve var olanın varlığının farkındalığına sahip olamayız.
Gündelik hayatımızdan bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:
Devlet, elektrik idaresi aracılığıyla evinize elektrik verir. Anahtarı açmak veya kapamak sizin özgür iradenize kalmıştır. Açarsanız, aydınlanırsınız. Ki bu durum asla “Aydınlatan, devlettir veya elektrik idaresidir.” sonucunu doğurmaz. Keza aynı şekilde anahtarı açmazsanız aydınlanamazsınız. Ki bu durum da asla “Aydınlatmayan veya karartan, devlettir veya elektrik idaresidir.” sonucunu doğurmaz.
Devlet:                   Enerjinin sahibi olan Baba’dır.
Elektrik idaresi:     Enerjiyi sahibi olan Baba’dan vatandaşa kullanılabilir halde ulaştıran Oğul’dur.
Enerji:                   Ruh’tur.
Anahtar:                Seçimlerimizin kaynağı olan irademizdir.
Ampul:                  Biziz.
Anahtarı açmak Hıristiyanlık, anahtarı kapamak ise günah, inkâr ve/veya hangi terimi kullanırsanız kullanın kendinizi karanlığa mahkûm etmektir.
Baba ebedi olduğu gibi, kaynağı olduğu Ruh da ebedidir ve keza Oğul da, irademiz ile kabul ederek bizi iyi işlerimiz ile ışıtacak olan Ruh’la aramızdaki uyum sorununu ortadan kaldıran ebedi yetkidir.
Matta 516 Sizin ışığınız insanların önünde öyle parlasın ki, iyi işlerinizi görerek göklerdeki Babanız’ı yüceltsinler!”
Burada bahsedilen ışık bizim ışığımız değildir. Aynı ampulün kendisinin ışık kaynağı olmadığı ve ışımak için elektriğe ihtiyaç duyduğu gibi, ve hatta ışırken bile kendi öz niteliği olan “ışık kaynağı olmama” özelliğini sürdürdüğü gibi, biz de ancak ve ancak irademizle Oğul’a “amin” diyerek Ruh’un bizde işlemesine olanak tanır ve ışık saçar hale geliriz. Aydınlatan biz değiliz. Bizde işleyen Ruh’tur. Biz ışık kaynağına dönüşmeyiz ama Ruh aracılığıyla çevremizi aydınlatırken kendi karanlık doğamızı da yaşayamayız.
Bu örnekte dikkat edilmesi önemle gerekli olan şey, iyi işlerimizden dolayı ıştmadığımızdır. Işıttığımız için iyi işlerimiz olur. Ve ışıtmamız da enerjiyle (Ruh’la) mümkündür.
Tüm bilgi birikimimiz bize bir ampulün ışımak için bir başka ampule bağlı veya bağlı olmadığını öğretmiştir. Her ampul ışımak için aynı enerjiye bağlanmak zorundadır ama anahtarı açılmadıkça bir başka ampulün ışıtıyor olması anahtarı açılmamış olan ampulün ışımasını sağlamaz.
Bir odada milyonlarca ampul düşleyin. İçlerinden anahtarı açılmış olan olmadığı sürece hiç biri ışımayacaktır ve doğal olarak da oda karanlık olacaktır. Bu karanlık odada milyonlarca ampul vardır ama hiç biri görülememektedir, çünkü oda karanlıktır. Yani varlıklarının farkındalığı mümkün değildir. Ancak içlerinden her hangi bir tanesinin anahtarının açılıp ışımaya başlaması tümünün varlıklarının farkındalığını mümkün kılar ve ayrım yaratır. Işıyan ve ışımayanlar.
Romalılar820Çünkü yaratılış amaçsızlığa teslim edildi.
_Aynı odadaki milyonlarca ampulün ışıtmamayı tercih etmesi hali.
Romalılar820Bu da yaratılışın isteğiyle değil,
_Çünkü ampul doğası gereği enerjiye bağlanarak ışıtmak için yapıldı.
Romalılar820onu amaçsızlığa teslim eden Tanrı’nın isteğiyle oldu.
_Çünkü Baba insanı özgür yarattı. Ruh’a bağlanmanın yolu olarak “amin” gereklidir ve aminin olmaması halinde amaçsızlığa terkedilmiş yaratılış Allah’ın gazabını değil kendi seçiminin sonucu olan karanlığı yaşamaktadır. Anahtarı açmadığı için ışımamaktadır. Yoksa devlet elektriği kesmemiştir.
Romalılar821Çünkü yaratılışın, yozlaşmaya köle olmaktan kurtarılıp Tanrı çocuklarının yüce özgürlüğüne kavuşturulması umudu vardı. 
_Anahtarını açarak ışıyan ampulün diğerlerini aydınlatması ama ışımalarını sğlamaması ayrımı gibi, amin diyen Tanrı çocuklarının yaratılış amaçlarını yaşayarak tam olmalarını sağlar ve tam olmayanların karanlığını açığa çıkarır. Ama onları tam kılmaz.
Yazının başında bahsettiğimiz “çok az kişi dışında Hıristiyan yoktur” cümlesinin gerekçesi budur. Hıristiyan milyonlarca ışımayan ampul arasındaki ışıyan ampuldür.
I Yuhanna3 9 Tanrı’dan doğmuş olan, günah işlemez. Çünkü Tanrı’nın tohumu onda yaşar. Tanrı’dan doğmuş olduğu için günah işleyemez.
Bu ayette birbirleriyle sebep sonuç ilişkisi içinde üç farklı şeyden söz ediliyor.
1.        Tanrı’dan doğmuş olan, günah işlemez.
2.        Çünkü Tanrı’nın tohumu onda yaşar.
3.        Tanrı’dan doğmuş olduğu için günah işleyemez.
Bunları yine ampul örneğimize uyarlayalım:
Sondan başlayalım. Çok radikal bir önerme var burada. “Günah işleyemez” diyor ayet. Zor ya da anlaşılmaz ya da kabul edilemez mi görünüyor bir âdemoğlunun günah işleyememesi. Yoksa Tanrı tarafından satın alınarak köleleştirilmiş bir irade mi söz konusu? Aslında bu soru ve/veya kaygıları yaratan şey bizim ayetin “Tanrı’dan doğmuş olduğu için” kısmını mutlak ve değişmez kabul etmemizden kaynaklanıyor.
Tanrı’dan doğmuş olmak demek, aminle anahtarı açmış olmak demektir. İrademizle Ruh’un bizde işlemesine izin vermiş olmak veya işlemesini kabul etmiş olmak demektir. Bir ampul enerjilendiğinde ışır verir aydınlatır. Başka bir durum söz konusu olamaz. Bu çok önemli bir kelime “olamaz”. Işımaması ve aydınlatmaması ancak ve ancak tek bir şekilde mümkündür; Anahtarı kapatmak. Ki böyle bir olasılık her zaman vardır ve Tanrı’dan doğmuşluğun inkarı demektir.
Özetle: Anahtar açıksa enerji vardır ve aydınlatır. Başka bir olasılık yoktur. Amin demişse Tanrı’dan doğmuştur, Ruh onda çalışır ve günah işleyemez. Başka bir olasılık yoktur. Aydınlıksa karanlık olamaz.
İkinci maddeye bakarsak göreceğiz ki Tanrı’dan doğmuş olan Tanrı’nın tohumunun onda yaşadığı kişidir. Tanrı’nın tohumu Ruh’tur biz ademoğulları için. Elektriktir ampul için. Anahtarı açmışsak, amin demişsek enerji üzerimizden aktığı sürece, Ruh bizde işlediği sürece Tanrı’nın tohumu bizde yaşar.
Bu sebepledir ki Havari ayetin birinci bölümünde “günah işlemez” diyor. Burada fiilin olayın iradi bir şey olduğunu çağrıştırmasına rağmen, günah işlememe hali iradi bir durum değildir. Çünkü karanlık yoksa ışık vardır gibi günah yoksa iyi işler vardır ve biliriz ki hiç kimse kendinden iyi işler yapamaz. Bu durumu, iyi işler yapma durumunu, günah işlememe durumunu, ışığımızın parlaması durumunu oluşturan şey Ruh’tur ve Ruh’un işlemesi ile ilgili bizden kaynaklı tek bir iradi eylem söz konusudur. O da “amin”’imizdir.
Şu ana kadar söylediğimiz ve örneklediğimiz her şey günah denilen şeyin özgür irade ile anahtarı kapamak veya açmamak olduğunu gösterir. Bunun yasa veya kurallarla tanımlanır hiçbir yanı yoktur.
Aslında ilk günah dediğimiz, Adem ve Havva’nın yaptığı da buydu.
Anahtarı açık tutsalar yiyemezlerdi. Anahtarı kapadılar ve kendileriyle kaldılar. Kendileriyle kaldıklarında, iyi ve kötü, doğru ve yanlış hakkında da kendileri karar vermek durumunda kaldılar. Bu da yanlış karara yol açtı. Fakat asıl sorun savunmalarını yaparken de anahtarı kapalı tuttular ve sonuç felaket oldu. Yasak meyveyi yedikten sonra anahtarı açsalardı tövbe edebilirlerdi. Buradaki sorun, anahtarı tekrar açmaktan imtina etmeleriydi ki bu da yine ampul ve elektrikle açıklanabilir.
Anahtar açık olduğu ve ampul ışıdığı sürece elektrik ampul üzerinde ampulü zorlamayan sabit bir yük oluşturur. Ancak anahtarın ilk açıldığı anda normal yükün yaklaşık üç katı bir yük oluşur ampul üzerinde ve doğal olarak da bu yük bir darbe gibi gerçekleşir. İnsan ve elektrik ilişkisinde de yaklaşık aynı durum söz konusudur. Başka bir yere değmeden elektriğe dokunan biri ilk temas anında bir darbe yemiş gibi olur. Ancak kararlılıkla elektrikle olan bağlantısını sürdürürse darbe tekrarlanmaz, tutan zarar görmez ancak vücudunun her yerinde de elektrik vardır.
İşte ademoğlu her günahtan sonra bu darbeden korkusu sebebiyle anahtarı açmaktan, tövbe etmekten, amin demekten imtina etmekte ve amaçsızlığa terk edilmiş olan yaratılışın parçası olarak kalmaktadır.
Özetle anahtar açık olduğu sürece karanlık mümkün değildir.
Tanrı’dan doğmuş olduğu için günah işleyemez.
Anahtar kapalı olduğu sürece de aydınlıktan söz edilemez.
Peki ama pek çoğumuz öylesine büyük bir karanlıkta yaşıyor ve öylesine cahiliz ki, ne anahtarın yerini biliyoruz, ne de nasıl açacağımızı.
İşte burada cemaat önem kazanır. Yoksa daha önceki tüm örneklerimiz Hıristiyanlığın bireysel olduğunu çok net açıkladı. Ama Hıristiyan olabilmek veya Hıristiyan’a dönüşebilmek veya daha radikal bir söylemle bu hayatta, burada, şimdi ebedi hayata doğabilmek için cemaate ihtiyaç vardır. Hıristiyan olarak anılması ismen ve şeklen de olsa, Hıristiyan bir toplum, yani kilise rahim görevi görür. Burada rahim olarak andığımız kavram çağlar boyunca çok farklı isimlerle anıldı ancak hepsinin de işlevi aynıydı. Aden, Dünya, Ararat, Mısır, Çöl, İsrael, Kilise vs. vs. Tüm bu adlar Allah’ın kendi benzeyişinde yarattıklarının ebedi hayata doğmadan önce, ebedi hayata uyum gösterebilecek olgunluğa erişene dek yaşadıkları rahimdir. Algılarımız ve duyularımızla deneyimlediğimiz bu hayatta da olduğu gibi bu rahimde gerçekleşen her gebelik normal doğumla sonuçlanmaz. Çok sayıda düşük, özürlü, engelli, prematüre, obez vb. normal dışı doğum vardır. Çok yüzeysel ve acele bir örnek gerekirse; kiliseyi terk edenleri düşüklere benzetebiliriz.
İnsanın diğer canlılardan en büyük farkı ve üstünlüğü, bireysel olarak deneyimlemeden, deneyimlemiş olanların birikimlerinden yararlanabilmesidir. Örneği yine ampulden verebiliriz. Mesleği olmadığı sürece genelde hiç kimse ampulün nasıl çalıştığını bilmez ama Edison’un binlerce deneyi sonucu ortaya çıkan birikimden en üst düzeyde yararlanır. Bu anlamda adına Kutsal Kitap dediğimiz, ebedi hayata doğuş deneyimlerinin bir külliyesine sahibiz.

Kutsal kitapta bahsi geçen deneyimler öylesine çeşitlidir ve öylesine farklı yöntemler içermektedir ki, tek bir insanın kavraması ve içselleştirmesi çok zordur. Bu zorluğu kolaylaştırmada ise cemaatin kolektif bilinci ve yaşamı devreye girer.


Her diz çökecek, her dil övecek!

Kutsal kitabı, gelecekle ilgili peygamberlikleri ve/veya bildirilerinden ziyade benim kişisel gelişimim için bir kılavuz olarak gördüğüm için:
Romalılar 14:  11Yazılmış olduğu gibi:
“Rab şöyle diyor:
‘Varlığım hakkı için her diz önümde çökecek,
Her dil Tanrı olduğumu açıkça söyleyecek.’ ”
İşaya 45:  23Kendi üzerime ant içtim,
Ağzımdan çıkan söz doğrudur, boşa çıkmaz:
Her diz önümde çökecek,
Her dil bana ant içecek.

Ayetlerini de bireysel olarak nasıl anlamalıyım diye düşünmekten kendimi alamadım!
Otomatik olarak birkaç soru doğdu:
  1. Ne zaman
  2. ‘Dil’ kelimesi bende ne ifade ediyor?
  3. ‘Diz’ kelimesi bende ne ifade ediyor?

1. Ne zaman sorusunu; “İşaya 45: 24 “Benim için şöyle diyecekler: ‘Doğruluk ve güç yalnız RAB’dedir’, İnsanlar O’na gelecek. RAB’be öfkelenenlerin hepsi utandırılacak.” Ayeti, öznelleştirilirse açıklıyor. Ama bunu daha iyi kavrayabilmek için soru 2 ve 3ü soru birden önce cevaplamak daha iyi olacak sanıyorum.
2. Dil kelimesinin bendeki anlamını kavrayabilmek için dilin kendi doğasına bakmak gerek. Farklı diller anlaşamamazlık doğurur.
Elbette Tanrı’sal ile dünyasal dil de genellikle aynı kelimeleri de kullansalar farklılık gösterir. Bu iki dil de kendi aralarındaki farklılıktan kaynaklanan anlaşamamazlık doğurur.
İçsel yaşamımızda da böyle değil midir?
Bir yanımız şehvet isterken, bir yanımız tapınma diler… İki ayrı dil gibi! Bir yanımız çalışmak isterken, bir yanımız yatmak ister… Bir başka iki dil! Bir yanımız yardım et derken, bir taraftan da bir ses “İşin mi yok, sana ne!” der… İki dilimiz daha oldu!
Bu ve benzeri diller, çoğaltılabilir ve zaten çokturlar. Ne diyelim yani? Tek olan bende milletler mi var? Evet.
3. Diz kelimesi ise bana, “beni dik tutan” anlamını çağrıştırıyor. Diz çökmek, dik durmamak demek değil midir? Diz de dil gibi, içsel yaşamımızda çok mudur acaba?
Nedir bizi dik tutanlar?
Gururumuz, dizlerimizden biridir mesela! Gurur söz konusu olduğunda, alçakgönüllülük vefat eder. Gurur söz konusu olduğunda normalde olduğumuzdan çok daha DİKizdir.
Maddi olanaklarımız, bir diğer dizimizdir! Olanaklarımız oranında, toplum içinde DİKizdir. Zenginleştikçe, maddi oranda bizden aşağıda olanlar karşısında konuşmamız bile değişir. Adeta sözlerimiz artık daha bir dik durmaktadır.
Bilgi birikimimiz de dizlerimizden biri olabilir! Aynı zenginlikte olduğu gibi, daha az bilenler karşısında, yıkılmaz ulu bir çınar gibi DİKiliriz.
Dillerdekine benzer şekilde sorabiliriz: Ne yani, bir olan bende çok mu asi var? Evet.
Şimdi ilk soruya dönersek, şunu diyebilir miyiz?
Ne zaman şehveti söyleyenle tapınmayı söyleyen birlikte; evet, şehvete neden olan hormonlar ve şehveti algılayan bilinç Allah’ın lütfudur derlerse… İki dil Allah’ı övdü demektir.
Ne zaman çalışmayı söyleyenle yatmayı söyleyen birlikte; evet, çalışmayla yatmayı uygun zamanlarda yapabilmek için güneşi ve ayı var kılan Allah’tır derlerse… İki dil daha Allah’ı övmüştür.
Ne zaman yardım et diyenle işin mi yok, sana ne diyen birlikte; evet, yardım edilmesi gerekenle seni aynı yaratan tek olan RAB’bindir derlerse…
Ve içindeki anlaşamamazlık odakları birlikte, kaynaklarının RAB olduğunun bilincine varırsa HER DİL ALLAH’I ÖVECEKTİR.
Ne zaman gururumuz, hayat veremediğini kavrarsa… Hayatın kaynağı Allah’ın önünde çökecektir.
Ne zaman maddi olanaklarımızın kalıcı olmadığını kavrarsak… Yaşamımızı kalıcı kılabilecek olanın önünde çökecektir.
Ne zaman bilgi birikimimizin kaynağının yaratılmış olanlar ve dolayısı ile Yaratan olduğunun bilincine varırsak… Yaratan’ın önünde diz çökecektir.
Bu farkındalık oluştuğunda HER DİZ YARATAN’IN ÖNÜNDE ÇÖKECEKTİR.
Öyleyse ne diyelim?
Efesliler 4: 22-23Önceki yaşayışınıza ait olup aldatıcı tutkularla yozlaşan eski yaradılışı üzerinizden sıyırıp atmayı, düşüncede ve ruhta yenilenmeyi, 24gerçek doğruluk ve kutsallıkta Tanrı’ya benzer yaratılan yeni yaradılışı giyinmeyi öğrendiniz.
ise her dilin övmesi, her dizin çökmesi zamanı gelmiştir. Ve bunu yapmayacaksınız! Çünkü olacaksınız.


İYİ nedir, KÖTÜ nedir?

Her ne kadar görece olduğu inkar edilemez kavramlar da olsalar, iyi ya da kötü dediğimiz her şeyi sonuçlara göre tanımladığımız şüphe götürmez bir gerçektir.
Yani; herhangi bir şeyi sebep olduğu ve/veya doğurduğu duruma göre değerlendirir ve adlandırırız. Aslında eylemlere değil, oluşturdukları sonuçlara iyi ya da kötü deriz.
Çekiçle vurma eylemi mesela. Cevize vurursak, besleyici bir sonucu olması sebebiyle iyidir. Vazoya vurursak, yok eden bir sonuca yol açtığı için kötüdür. Her iki durumda da kullanılan alet ve güç miktarı aynıdır.
Bu durumu etki ve etkileyen yönünden gözlemlediğimizde yukarıdaki durum söz konusu. Peki, etkilenen açısından da ele alırsak benzer bir şekilde farklı sonuçlar elde edilebilir mi?
Evet. Yine çekiçle vuralım, ama bu kez de cama. Eğer alelade bir pencere camına vurursak darmadağın olur ve bu durum kötüdür. Ama aynı çekiç ve aynı güç sertleştirilmiş cam üzerinde tamamen etkisiz kalacaktır ve bu durumu da yol açtığı sonuç itibarı ile değerlendirmemiz gerekirse; sonuç anlamsızdır. Çünkü hiçbir şey değişmemiştir.
İnsan ilişkilerinde de durumun değişkenleri daha fazla da olsa aynıdır.
Sokağa çıkıp önümüze çıkan herkese aynı tonlamayla aynı kelimeyi söylesek, herkesin farklı tepki vereceği kesindir.
Ancak, tüm değişkenlere rağmen bir sabit de söz konusudur. Sabit, etkinin gerekliliğidir. Her hangi bir sonuç elde edebilmek için mutlaka gerekli olan tek şey etkidir. Etki yoksa sonuç da yoktur.
Sonuç yoksa İYİ ya da KÖTÜ kavramları da var olamaz!
Peki, ama maddi olmayan durumlar söz konusu olamaz mı? Düşünsel boyutta iyilik ya da kötülükten bahsedilemez mi? Böyle bir durumun olabilirliğini kabul etmek sonucu olmayan şeylerin de kötü olabileceğini kabul etmemize sebep olur ki, bu da yukarıdaki önermeyle çelişir.
Bu çelişkiden kurtulmanın iki yolu olabilir. Ya ilk önermeden vaz geçmek, ya da düşünsel boyutta sonuçların oluşabileceğini kanıtlamak.
Diyalektik bize sentezin tez ve antitezden türediğini ve her sentezin aynı zamanda bir tez olduğunu söyler. Tez söz konusu olduğunda ise her antitezin senteze yol açacağı kesindir.
Bu durum düşünsel boyutta da böyledir. Hiçbir düşünce tek başına varlığını sürdüremez. Mutlaka bir antitezi vardır ve sentez türetir. Daha önce dediğimiz gibi her sentez türediği an tez niteliği kazanır.
Daha basit bir anlatımla, 1 bir sayıdır ve 2 de bir sayıdır. Bunları toplarsak 3ü elde ederiz ki 3 bir sonuçtur ama türediği an bir sayı niteliği kazanır ki zaten elimizde olan diğer sayılar olan 1 ve 2 den herhangi biriyle etkileşerek yeni bir sayının, yani sentezin türemesine sebep olur.
Düşüncelerimizi, düşünme sistemimizi detaylı bir şekilde gözlemleyebilirsek, yukarıdaki açıklamaya ne denli uygun olduğunu fark ederiz.
Tamamen hayalî bile olsa, aklımızda bir düşünce belirdiğinde son derece hummalı bir reaksiyon başlar bu düşünce üremeye ve gelişmeye başlar. Tüm yaşamımız aslında bu tür üretmelerle süregitmektedir.
Eğer üretimde eğilim, antitez olarak olumlu düşünceleri kullanmaksa sentezler de olumlu yönde gelişecek ve nihayetinde karakter dediğimiz ve uyguladığımız etkilere, dolayısı ile de oluşabilecek sonuçlara yol açan niteliğimizi de olumlu şekillendirecektir.
Aksi durumda ise, antitez olarak kullanılan olumsuz düşünceler karakterimizi olumsuz şekillendirecektir.
Buraya kadar tanımladığımız durum fiziksel bir etki ve/veya tepkiye yol açmadığı için düşünsel boyutta üretilen hiçbir sentezi (kendimizde olmadığı sürece) iyi ya da kötü olarak adlandıramayız, çünkü deneyimleyemez ve dolayısı ile de niteleyemeyiz.
Ancak, bu sentezler kendimizde gerçekleşmekte ise durum değişmektedir. Kişi çok net olarak, düşüncelerinde gerçekleşmekte olan olumsuz sentezlerin kendi bakış açısı ve gündelik yaşamı üzerindeki olumsuz etkilerinin farkındadır.
Örnek vermek gerekirse:
Kıskançlık gibi bir duyguyu açığa çıkaran düşünce yapısı, kişinin kendi yaşamını sürdürmek için gerçekleştirmesi gereken eylemlerinde atalete yol açacağı, yaşamının büyük bir kısmını işgal ederek kişisel yaşam kalitesini düşüreceği herkesin malumudur.
Ya şehvet duygusunu veya tamahkarlığı açığa çıkaran düşünce yapıları?
Bunlar ve benzeri düşünce yapıları dışa yansıtılmazsa toplumda gözlemlenmesi kolay bir etkiye sebep olamayacağı için iyi ya da kötü olarak adlandırılamayacaktır. Ama ya o düşünce yapılarına sahip olan insanlar için durum nedir?
Düşünsenize, kıskanç biri kahvaltı ederken, sevdiğinin bir başkasıyla olduğu düşüncesi aklına takılırsa… Kahvaltıya devam edemez, nabzı yükselir, tansiyonu yükselir, ne yapacağını bilemez bir şekilde sağa sola seğirir vs.
Şehvet de benzer bir mekanizmaya sahiptir. Biriyle ilgili şehevi duyguları depreştiğinde insan adeta hiçbir şey yapamaz hale gelir. Duygulara obje olan şey saplantı halini alır, kıskançlığa benzer şekilde nabız ve tansiyon yükselir, doğru düşünme yetisini kaybeder vs.
Tamahkar birinin, komşusunun kendisinden daha iyi bir televizyona sahip olduğunu öğrendiği an da olan aynı şehvet veya kıskançlıkta gerçekleşenlerdir.
Bu örnekler dışa yansıtılan eylemler içermeseler bile görece dışa yansıtıldığını söyleyebileceğimiz bir odağa, düşünce sahibinin bedenine yansıtılır. Yaşamın akışının doğrusallığını bozan sonuçlara yol açar.

Şimdi siz karar verin! Düşünce iyi ya da kötü olabilir mi?